Yazar: Gülben Salman
Kant’ın 3. Kritiği olan Yargı Yetisinin Eleştirisi, 20. yüzyılda güncel problemler ile beraber siyaset felsefesi açısından yeniden düşünüldü. Özellikle iki isim, Arendt ve Lyotard, bu kitabın potansiyellerini birbirlerinden farklı şekillerde de olsa kendi düşünme evrenlerine kattılar. Arendt, Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler kitabında Kant’ın mevcut siyaset felsefesi üzerine yazılarının değil ama Yargı Yetisinin Eleştirisi’nin esasen siyaset felsefesi için verimli bir kaynak olabileceğini düşünüyordu. Özellikle Yargı Yetisinin Eleştirisi kitabının giriş kısmında Kant tarafından yapılan ve kitabın içerisinde verimli bir şekilde tanımlanan belirlenimci ve düşünümsel yargı ayrımına vurgu yaparak, güzel olan, ortaklık kurabilen ama aynı zamanda belirli bir yasanın dayatmasından azade kalabilen bir imkânın peşinde Kant’ın düşünümsel yargı kavramını işe koşuyordu. Lyotard da benzer şekilde özellikle bu yazıda değinmek istediğim Coşku: Tarihin Kantçı Kritiği kitabında politik olan, hukuki-politik (le politique) ve politika, tarihsel-politik (la politique) arasında yaptığı ayrım ile[ii] Kant’ın düşünümsel yargı kavramını özellikle yüce ve coşku kavramlarından ilham alan politik imkanları çerçevesinde düşünme denemesine girişmişti. Bu yazıda Lyotard’ın Kant’ın tarihteki bir olay karşısında duyulan coşku üzerine söylediklerini günümüzdeki politik iklim açısından yeniden düşüneceğim.
***
Kopernik Devrimi ile başlayalım. Kant’ın devrimci sorusu şuydu: Nesnenin nesnelliğinin, öznenin öznelliğinde kurulması mümkün müdür? Başka bir deyişle bilgimizin, öznenin dünyayı yapılandırmasından kaynaklanmış olması mümkün müdür? Felsefe tarihi, nesnelliği kıymeti kendinden menkul varsayımlarla açıklama çabalarıyla doludur. Ancak Kant bu yöntemi kökten değiştirmeye çalışır; dogmatizm ya da şüphecilikte olduğu gibi halihazırda kabul edilen varsayımlar aracılığıyla nesnellik aramaktan şüphe duymakla işe başlar ve nesnelliği nesneye değil, özneye isnat eder. Bu şekilde Kopernik’in Güneş ve Dünya’nın yerini değiştirmesi gibi, nesne ve öznenin yerini değiştirir, bilen özneyi merkeze koyar. Kant’ın kritikten kastettiği tam olarak budur. 1. Kritik’in girişinde belirttiği gibi kritik, aklın kendini mahkemede sorgulaması demektir, doktrinal bir iş değildir. Kritik temelinde bilen özne, dünyayı bilebilmek için gereken evrensel yasallılığı kendinde bulur. 1. ve 2. Kritik’te belirlenimci yargılar ile bu yasallığı işe koşan Kant, önce doğayı sonra ahlakı yasa koyan özne temelinde açıklar fakat bu sefer de bu ikisi arasında, doğa ve özgürlük arasında bir bağlantı kurma ihtiyacı hasıl olur. Bu bağlantıyı kurabilmek için dünyanın neden bilen öznenin yasallığına uygun gelebildiği sorusuna cevap vermek zorunda olduğunu düşünür ve 3. Kritik’in girişinde bunu ilan eder. Cevap düşünümsel yargı kavramsallaştırması ile verilecektir. Her belirlenimci yargının tikeli bir evrensel altında sınıflandırmasına zemin hazırlayacak şekilde, her tikel de evrensel altında sınıflandırılabilir bir biçime sahip olmalıdır. Yani dünyanın da bilen öznenin bilebileceği şekilde amaçlı bir düzenlilik biçiminde olduğu varsayılmalıdır.
***
Kant’a göre insanlar sonlu yaratıklardır, uzay ve zamanda yaşarlar ve dünyayı “göründüğü” kadarıyla anlayabilirler. Doğal nesneye bakar ve onu anlama kategorileri aracılığıyla oluştururlar. Kant 1. Kritik’te, kendinde-şeyi ‘bilmenin’ mümkün olmadığını ancak düşünülebileceğini söylüyordu. Fakat aklın, duyusal dünyanın ötesine geçmeye yönelik pratik çıkarları da vardır, çünkü aklın kendine özgü kaderi sorularla yüklü olmasıdır. Ne yapmalıyım? Neyi ümit edebilirim? Pratik ihtiyaçlarımız vardır ve bize görünen dünya bu ihtiyaçları karşılamakta yetersizdir. 2. Kritik’te görüyoruz ki ahlaki akla göre, pratik çıkarlar bu dünyada değil, duyulur-üstü bir alanda tezahür eder. Dolayısıyla duyulur ile duyular-üstü arasında sonluluğumuzdan kaynaklanan bir yarık ortaya çıkar. 3. Kritik’e göre sınırlı ve sonsuz arasındaki yarık ancak düşünümsel yargı ile kapanabilir.
***
Kant belirlenimci yargıyı 1. ve 2. Kritik’te işe koşmaktadır. Fakat bu iki Kritik sonrası doğa ve özgürlük arasında, duyulur ve duyulur-üstü alan arasında bir yarık açılmıştır. Kant 3. Kritik’in girişinde bu yarığı kapatmanın ancak düşünümsel yargı ile sağlanabileceğini düşündüğünü söylemektedir. Düşünümsel yargıyı 6 adımda açıklayabiliriz. (1) Kant’a göre herhangi bir şey ile ilk temasımız duyularla olmaktadır. Duyu ile dış dünya iç dünya haline gelir. (2) İkinci adım zihnin buna verdiği cevaptır. Zihin sezginin saf biçimleri olan zaman ve mekanda bu duyu verilerini biçimlendirir. (3) Üçüncü adım bir yol ayrımını işaret eder; belirlenimci bir yargıda mı, yoksa düşünümsel bir yargıda mı bulunacağız? (3.1) Belirlenimci bir yargıda bulunmak demek, imgelem sayesinde anlakın kategorileri altında bu gelen duyu verisini sınıflandırmak, bir başka deyişle bir evrensel altında bir tikeli sınıflandırmak ve bu şekilde bir kavrayışa varmak demektir. (3.2) Düşünümsel bir yargıda bulunurken aynı yetiler (duyum, anlak, imgelem) farklı şekillerde işleyecektir, çünkü yargı bu sefer kavrayış ile değil beğeni ile verilecektir. Beğeni ile yargı vermek için öncelikle verili olanın biçimi temelinde çıkarı bulunmayan (disinterested) saf bir beğeniye açık olmalıyız Kant’a göre. Bu şekilde aslında verili olan tikel bir duyu verisini, biçimini temel alarak, olmayan bir evrensel varmış gibi düşünebiliriz. (4) Düşünümsel yargıda aynı yetiler (duyum, anlak, imgelem) yine işbaşında olacaklar fakat bu sefer imgelem ve anlak arasında gidip gelen, özgür oyun adı verilen, hiyerarşik olmayan yatay bir karşılaştırma ile bir uyum mu, uyumsuzluk mu var diye tespit edilebilecektir. (5) Eğer karşılaştırmanın bu özgür oyununun sonucu uyum ise bir haz duygusundan kaynaklanan güzel, karşılaşılan nesne biçimsiz ise, uyumsuz ise bir acı duygusundan kaynaklanan yüce duygusu uyanacaktır. Güzele bir gül karşısında onun biçimi ve erekselliği karşısında duyduğumuz harmoni ve haz duygusunu örnek verebiliriz. Yüce duygusuna örnek olarak ise Kant, çok büyük bir nesne karşısında, örneğin bir piramit karşısında (matematiksel yüce) ya da fırtınalı bir gece (dinamik yüce) karşısında aklın duyduğu sınırlılık hissini, acıdan kaynaklanan haz duygusunu örnek verir. (6) Son adım düşünümsel yargımızı iletişimsel olarak dile getirmektir: “Gördüğüm her ne ise güzel” ya da “gördüğüm her ne ise yüce” demektir.
***
Lyotard, Kant’ın yüce duygusundan oldukça ilham almıştır.[iii] Coşku: Tarihin Kantçı Kritiği kitabına hukuki-politik olanın (le politique), yani doktrinel olanın geri çekilmesi karşısında, tarihsel-politik olana (la politique) dair, yani kritiğe dair ne söyleyebileceğimize bakarak başlamaktadır. Hukuki-politik olan sistematiktir, doktrineldir, reel siyasetin biçimidir. Tarihsel-politik olan eleştireldir, her zaman hukuki-politik olanı öncelemelidir, tikeldir. Lyotard burada Kant’ın 3. Kritik’in girişinde yaptığı bir ayrıma referans verir: Alan, bölge ve saha[iv]. Kant bu üçü arasındaki ayrımı belirlenimci yargı ve düşünümsel yargının alanına dair ayrımda bulunmak için koymaktadır. Alanda kavramlar nesnelere referans verir ama bir kavrayışa ulaşıp ulaşamayacağına bakılmaz. Bu yüzden en geniş olan alandır. Bölgede ise kavrayış mümkündür, bu şekilde alanın bir kısmı bölge olur diyebiliriz. Saha ise en küçük olanıdır, burada kavramlar doğa karşısında yasallılıklar oluşturabilir. Belirlenimci yargılar iki çeşittir (duyulur ve duyulur-üstü/teorik ve pratik) ve iki ayrı sahada iş görürler. Lyotard Kant’ın bu ayrımından bir sistem felsefesinin değil de bir heterojenliğin sonuç olarak çıktığının kabul edilmesi gerektiğini düşünür. Her ne kadar Kant kendi Kopernik Devrimi çerçevesinde dünyayı mümkün olan en düzenli biçimde belirli bir evrensellik ile görmeyi amaçlasa da, Lyotard’a göre bu her zaman mevzubahis olmak zorunda değildir. Kritiğin eseri budur. Çünkü kritik düşünümsel yargıdan da esinle “bu vuku bulmuştur” temelinde çoktan yerleşmiş bir değerlendirme yapmaktan kaçınarak felsefeyi bir sistem kurmaya mecbur bırakmaz ama heterojenliğe açar. Lyotard buna yeni bir isim verecektir: Takımada. Genel anlamda bilme yetileri, bir takımada oluşturacak şekilde çoğul adalardan oluşur. Lyotard’a göre en genel alan büyük bir deniz gibidir. Tüm fakülteler nesnelerini bir alanda bulur, kimileri bu alanın içinde bir bölge belirler, kimileri ise bir saha. Yargılama fakültesi başkalarının sahaları ve bölgeleri arasındaki geçişleri sağlayan bu en geniş alandır. Ortamın fakültesidir. Kant’ın yaşadığı yüzyılda, ortamın fakültesi teleolojik bir zeminde iş görebiliyordu. Fakat Lyotard özellikle 20. yüzyılın iki dünya savaşı, nükleer bomba, soykırımlar gibi tarihsel felaketlerini dikkate aldığımızda teleolojik ve ilerlemeci bir tarih anlatısının artık düşünülebilir olmadığını kabul etmemiz gerektiğini bize söylüyor. Fakat Kant düşüncesi bununla çelişik de değil Lyotard’a göre, yani teleolojik olmayan bir zeminde hala Kant’ın araçlarını kullanabiliriz, çünkü hem düşünümsel yargı kavramsallaştırması hem alan, bölge, saha arasında yapılan ayrım, hem de kritiğin doğası bize heterojenliğin de düşünülebileceği bir zemin sunuyor. Özetle, 20. yüzyılda tarih, bu sefer takımada şeklinde, parçalı ama ilişkisel bir şekilde düşünümsel yargı çerçevesinde ele alınabilir.
***
Kant, Fakülteler Çatışması’nda insan ırkı sürekli ilerlemekte midir diye sormaktadır. Burada geleceğe dair bir emare bulmayı amaçlamaktadır aslında. Bu emareyi de tarihsel bir olayın seyircisi olmakta bulmaktadır. Fransız Devrimi’ni örnek olarak veren Kant, her ne kadar tehlike karşısında bir korku duysalar da tek tek seyircilerin bu tarihsel olayı düşünümsel olarak yargıladıklarında yüce duygusu yaşayarak esasında bir coşku hissettiklerini iddia etmektedir. Burada tarihin sürekli ilerlemesine dair bir emarenin ahlaki bir insan eğilimi olarak edinildiğini iddia etmektedir. Lyotard ise coşku duygusunun yücenin en uçtaki biçimi olduğunu, çok güçlü bir duygulanım olduğunu iddia etmektedir ama Kant’tan ayrı olarak ilerlemeci bir tarihe karşıdır ve ahlaki eğilimi de dışarıda bırakır, çoşku yalnızca bir duygulanımdır. Lyotard’a göre coşku duygusu, tarihsel-politik bir olay karşısında ortaya çıkar ve takımada kavramsallaştırmasına uygun olacak şekilde bu sefer tekildir. Yüce duygusunun uç bir versiyonu olan bu coşku bize şunu hissettiren bir refleksiyondur: Bu tür olaylar bize tikel olayların sürekli heterojenliğini sunar. Lyotard’a göre bizim zamanımızda artık seyirci olmanın coşkusu, uçurum açar. Hukuki-politik geri çekilirken, tarihsel-politik, belirli tarihsel olaylar olarak görünür olur. Lyotard buna örnek olarak, Fransa 1968, Budapeşte 1956’yi vermektedir. Bu olaylar uçurum açarlar, heterojenliğin yeniden düşünülmesini sağlamaya çalışan adaların üstünde yer aldığı denizi hatırlatırlar. Bu deniz, hem zorunlu hem de olumsal olan zincirleme bağlantıdır: Bağlantı kurmamak mümkün değildir ama bunu yapmak için önceden koyulmuş bir kural yoktur ve kuralı koymak için zincirleme bir bağlantı da kurmak gereklidir. Bu bağlantı sabit bir sistem veya doktrin meydana getirmez, yerleşik bir kriter görevi görecek bir kural olmaksızın kurulan yakınlık, bir insan ideasına göre bir özne felsefesi içinde değil, heterojen cümleler arasındaki geçişlere göre ve bunların heterojenliğine duyulan saygı çerçevesinde mümkün olacaktır ancak.
***
Ben Lyotard’ın bu tespitinin bugünkü neoliberalizm karşısında insanın politik varlığının aldığı biçime dair yaratıcı bir yorum sunabileceğini iddia edeceğim. 21. yüzyıl hâkim politik iklim olarak neoliberalizm veya neoliberalizm sonrası bir kriz dönemine işaret etmektedir. Bu iklimde insan hayatının her alanı, piyasa değerleriyle doldurulmuş ve anlamlandırılmıştır. Söz konusu olan basitçe her şeyin parasal bir dile tercüme edilmesi değil, piyasa ve şirket rasyonalitesinin hayatın tüm alanlarını, paranın mevzubahis olmadığı alanları dahi bir girişimci, yatırımcı gözünden görmeye zorlamasıdır. Neoliberal rejimin öznesi kendini optimize etme buyruğuyla, sürekli olarak daha fazla performans gösterme baskısıyla harap olur. Dahası artık herkes kendinin panoptikonudur, psikopolitik bir yönlendirmeye durmaksızın maruz kalır ve yalnızca kendini sömüren bir kendilik girişimcisi haline döner. Bu durumda insanların eyleyen kolektivite içindeki aktörlerden ziyade, hukuki-politik olan çerçevesinde tikel seyirciler haline indirgenmeye zorlandığı söylenebilir. Peki, bu seyirci olma haline Kant’tan esin alan Lyotard düşüncesi ekseninde ne söyleyebiliriz? Lyotard’a göre bu halin umutsuz ve çıkışsız bir hal olduğunu eğer politik olan, hukuki-politik (le politique) çerçevesinde kalırsak kabul etmek zorunda kalırız. Fakat tarihsel-politik olan (la politique) çerçevesinden, yani eleştiri çerçevesinden düşünürsek, kolektivitenin çözüldüğü bu halin seyirci olma deneyiminin tarihsel bir politikaya zemin sağlayabileceğini iddia edebiliriz. Seyirci olmak çıkışsız bir hal olmaktan ziyade bir coşku yaratabilme potansiyeline sahiptir. Lyotard açısından bakıldığında seyirci olmanın coşkusu, pasif bir durum olmanın aksine, tarihsel-politik olan kritiğin sunduğu heterojenlikte bir olanak alanı yaratmak anlamına gelecektir. Dünya Kant’ın bahsettiği şekilde amaçlı bir düzenlilik çerçevesinde düşünülemiyorsa, sürekli bir heterojenlik etrafında yeniden ve yeniden düşünülebilir olmalıdır. Lyotard, hukuki-politik olan geri çekilirken bunu mutlak bir etkisizlik olarak deneyimlemek yerine, tam da tarihsel-politik olanın böyle bir heterojenliğinin coşkusuna davet eder görünmektedir.
Kaynakça
Arendt, H., (2019), Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler, çev. İsmail Ilgar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Beiner, R., (1992), “Hannah Arendt on Judging”, Hannah Arendt, Lectures on Kant’s Political Philosophy içinde, Chicago, The University of Chicago Press.
Brown, W., (2018) Halkın Çözülüşü: Neoliberalizmin Sinsi Devrimi, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul:Metis.
Chul Han, B., (2019) Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, çev. Haluk Barışcan. İstanbul: Metis.
Kant, I., (1993), Arı Usun Eleştirisi, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul, İdea Yayınevi.
Kant, I., (2020), Yargı Yetisinin Eleştirisi, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul, İdea Yayınevi.
Kant, I., (2021), Pratik Aklın Eleştirisi, çev. İoanna Kuçuradi, Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu.
Kant, I., (1970), “The Contest of the Faculties” in Political Writings (Ed. Reiss, H,S), Cambridge: Cambridge University Press.
Lyotard, J.F., (2014), Coşku: Tarihin Kantçı Kritiği, çev. Emine Sarıkartal, İstanbul, İthaki Yayınları.
Yovel, Y., (1986), Kant and the Philosophy of History, Princeton: Princeton University Press.
[i] Bu yazının bu blogda daha önce yayınlanmış olan iki yazı ile ilişkilendirilebileceğini düşünüyorum. Birincisi Devrim Sezer’in “Arendt’in Siyasal Düşüncesinde Kantçı Dönüş: Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler” yazısı, ikincisi ise Dilek Hüseyinzadegan’ın “Kant’ın Siyaset Felsefesini Nasıl Bilirsiniz? Veya Tarih, Coğrafya, ve Antropolojinin Toplum ve Siyaset Felsefesindeki Yeri ve Önemi” başlıklı yazısı. Sezer’in yazısı Kant’ın mevcut siyaset felsefesi üzerine yazılarının değil ama üçüncü kritiğinin Arendt tarafından nasıl siyasal potansiyelleri çerçevesinde ele alındığını gösterirken, her ne kadar farklı şekillerde de olsa bu yazıda ele alacağımız şekilde Lyotard’ın da Kant metinlerine bakarken amaçladığı tavrı Arendt açısından ele almaktadır. Hüseyinzadegan ise Kant’ın ideal olmayan bir siyaset alanı ile nasıl ilişkilendirilebileceğini göstermesi açısından, Lyotard ile yakınlık göstermektedir. Bu ortaklıklar çerçevesinde blogda yer alan bu iki diğer yazının bu yazı ile okunmasının verimli bir okuma deneyimi sağlayacağı düşünülmektedir.
[ii] Çevirmenin çevirisine sadık kalıyorum.
[iii] Lyotard’ın postmodern ve yüce ilişkisine dair analizini bir kenara bırakarak bu yazıda doğrudan Coşku: Tarihin Kantçı Kritiği kitabına odaklanmak istiyorum.
[iv] İngilizce realm, territory, domain. Fransızca le champ, le territoire, le domaine.