Kant, Swedenborg ve Dr. Vogler’in Manyetizma Tiyatrosu

17 Mayıs 2025 / Kant, Swedenborg ve Dr. Vogler’in Manyetizma Tiyatrosu için yorumlar kapalı

Blog

Yazar: Ozan Çılgın

Kant 1766 yılında yazar adı olmaksızın, Metafiziğin Düşleriyle Açıklamalı Bir Bilicinin Düşleri (Träume eines Geistersehers, erläutert durch Träume der Metaphysik.) başlıklı ilginç bir metin yayımladı. (Geisterseher terimine bilici, ruh-görücü, büyücü gibi karşılıklar veriliyor. Oysa spiritüel kültürde bu terimin karşılığı mevcuttur. O da medyumdur. Bir zamanlar Türkiye’de de medyumluk popülerdi. Medyum Memiş, Medyum Keto vs.) Metni ilginç kılan ilk olgu yazar adı olmaksızın yayımlanması, ikincisi yer yer alaycı bir dile sahip üslubu, üçüncüsü ise o sıra Königsberg’de dahi hakkında çeşitli söylentiler dolaşan İsveçli spiritüel yazar Emanuel Swedenborg ile ilgili olmasıydı. Swedenborg felsefe, matematik, tarih, hukuk, kimya ve ilahiyat gibi alanlarda eğitim aldıktan sonra İsveç’e dönmüş, matematik ve mekanik alanlarındaki keşifleriyle hatırı sayılır bir bilimsel kariyerin sahibi olmuştu. Ayrıca maden alanındaki çalışmalarıyla da çeşitli başarılar elde etti.

Ancak Swedenborg’u Avrupa’nın çeşitli yerlerinde ve Königsberg’de meşhur kılan şey bunlar değildi. 56 yaşından sonra yaşadığı ruhsal bir kırılmaydı. Swedenborg Tanrının kendisine göründüğünü ve göğün sırlarını açtığını, ruhlarla irtibat kurduğunu ve konuştuğunu, cennet ve cehenneme yolculuklar gerçekleştirdiğini ve kutsal kitabın batıni anlamına vakıf olduğunu iddia ediyordu. Tüm bu deneyimlerini ise toplamda sekiz cildi bulan Arcana Coelestia (Göksel Sırlar) adlı kitabında ortay koyuyordu. Diğer yandan hakkında onu gizemli ve merak edilir bir figür kılan hikayeler dolaşıyordu. Bunlardan ikisi Kant’ın Charlotte von Knobloch’a yazdığı 1763 tarihli mektupta da geçer. İlki şöyledir: Stockholm’deki Hollanda büyükelçisi ölür. Öldükten sonra bir kuyumcu büyükelçinin eşine kocasının ona ödenmemiş bir borcu olduğunu bildirir. Büyükelçinin eşi kocasının bu konularda gayet titiz ve dikkatli olduğunu bilmesine rağmen borcun ödendiğine dair herhangi bir makbuz gösteremez. Zor durumda kalan kadın Swedenborg’a başvurur ve yardım ister. Swedenborg’dan ölmüş kocasının ruhuyla konuşup bu konuya ilişkin bir bilgi edinmesini rica eder. Swedenborg birkaç gün sonra kadına ölmüş kocasıyla konuştuğunu ve borcun kocasının ölümünden yedi ay önce ödendiğini ve makbuzun bir dolapta olduğunu söyler. Kadın o dolabın baştan sona tarandığını ve böyle bir makbuza rastlanmadığını ifade eder. Swedenborg kocasının yeri tarif ettiğini ve makbuzun içinde Hollanda ile gizli yazışmaların da bulunduğu gizli bir çekmecede olduğunu söyler. Sonuç olarak Swedenborg’un tarif ettiği yerde gizli bir çekmece bulunur ve aynen söylediği gibi makbuz o çekmecede bulunur. Diğer hikaye ise Stockholm’de çıkan bir yangınla ilgilidir. 1756 yılının Eylül ayında Swedenborg, Göteborg’dadır ve bir toplulukla birlikte bir davetin içindeyken Stockholm’de tehlikeli bir yangının çıktığını ve hızla yayıldığını söyler. Hatta yakın bir dostunun evinin yandığını ve alevlerin kendi evine de yaklaştığını kaygıyla ekler. Odayı terk eder ve birkaç saat sonra odaya dönerek yangının söndürüldüğünü haber verir. Daha sonra Stockholm’den gelen bir haberci yangınla ilgili bilgileri Swedenborg’un anlatımıyla birebir örtüşecek şekilde açıklar. Bu tip tanıklıklar ve şehir efsaneleri altında Swedenborg figürü daha da gizemli ve ilgi çekici bir vakaya dönüşmeye başlamıştır.

Kant’ı bu figür ve konu hakkında yazmaya iten kuvvet elbette çevresiydi. Üniversiteden kadro alana kadar ekonomik olarak pek de refah içinde yaşayamayan Kant yedi sterlin gibi bir ücreti gözden çıkararak Swedenborg’un Arcana Coelestia’sını sipariş etti ve kendisinin de sakınamadığı bir merak duygusuyla okudu ve üzerine çalıştı. Daha sonra da külliyatının en ilginç çalışmalarından biri olan Bir Bilicinin Düşleri‘ni böylece yazmış oldu.

Peki Swedenborg gerçekten nelerden bahsediyor? Öncelikle temel motivasyonu Eski ve Yeni Ahit’in zahiri anlamından ziyade batıni anlamına odaklanmak gibi görünüyor ve kutsal metni tamamıyla bu motivasyon üzerinden yeniden yorumluyor. Örneğin Eski Ahit’te yaratılış öyküsünde yılan meselini şöyle yorumluyor Swedenborg:

“Kendini sevme (özlük sevgisi) yüzünden, yani insanların kendi benliklerine duydukları sevgiden ötürü, artık yalnızca duyularıyla algılayabildikleri şeylere inanmaya başladılar. Yılan, duyusal benliği (sensory self), kadın, kendini sevmeyi (self-love) veya benlik sevgisini, erkek ise akli yönü (rational mind) temsil eder.” (1)

Bu aslında yeni bir şey değil. Kutsal metinlerin görünür, olağan söyleminin ardında yatan daha derin anlam, sembol ve katmanları açığa çıkarma geleneği İslam kültürü içerisinde de baki. Bunun en radikal örneklerinden birisini Hallac-ı Mansur’un Tavasin eserinde görüyoruz. Ancak durumu içinden çıkılamaz hale getiren nokta Swedenborg’un öznel deneyimlerini anlattığı kısımlarda ortaya çıkmaktadır. Örneğin anlattığı deneyimlerinden birisi şudur:

“İnsanın beden hayatından sonsuzluk hayatına nasıl geçtiğini, yani diriliş sürecinin mahiyetini anlatmam bana müsaade edildi. Bunu bana işiterek değil, bizzat yaşayarak gösterdiler. Beden duyularıma karşı bir hissizlik haline indirgendim – tıpkı ölmekte olan insanların durumuna benzer şekilde. Ancak içsel yaşamım bozulmadan kaldı; düşünme gücümü korudum, yaşam için yeterli olan nefesi almaya devam ettim ve sonunda sessiz bir nefesle, ölen ve diriltilen kişilerin başına gelenleri algılayıp hatırlayabileyim diye bu durumu yaşadım. Göksel melekler, kalbin civarını işgal ederek orada hazır bulunuyorlardı. Öyle ki, kalp bakımından onlarla birleşmiş gibiydim. Sonunda, birkaç saat boyunca bana neredeyse yalnızca düşünce ve onun getirdiği algı kaldı. Böylece, ruhlar dünyasındaki ruhlarla olan bağlantımdan uzaklaştırıldım. Onlar, bedensel yaşamdan ayrıldığımı sanıyorlardı. Kalp bölgesini kaplayan göksel meleklere ek olarak, başımın yanında oturan iki melek daha vardı. Ve bana, bunun herkes için böyle olduğu gösterildi. Başımda oturan melekler tamamen sessizdi, düşüncelerini yalnızca yüz ifadeleriyle iletiyorlardı. Öyle ki, adeta üzerime başka bir yüz giydirildiğini hissedebiliyordum – hatta iki yüz, çünkü iki melek vardı. Melekler, yüzlerinin kabul edildiğini algıladıklarında, artık insanın öldüğünü anlarlar. Yüzleri tanındıktan sonra, ağız bölgesinde bazı değişiklikler oluşturdular ve böylece düşüncelerini ilettiler. Zira göksel meleklerin ağız bölgesi üzerinden konuşması gelenekseldir ve onların düşünsel konuşmalarını algılamama izin verildi. Tıpkı mumyalanmış bir cesedin kokusu gibi aromatik bir koku algılandı. Çünkü göksel melekler hazır bulunduğunda, ceset kokusu aromatikmiş gibi hissedilir; bu koku kötü ruhlar tarafından algılandığında, onların yaklaşmasını engeller. Bu arada, kalp bölgemin göksel meleklerle çok sıkı bir şekilde birleşmiş halde tutulduğunu hissettim; bu durum, nabız atışımdan da belli oluyordu. Bana insanın ölüm anında beslediği dindar ve kutsal düşünceler içinde melekler tarafından tutulduğu öğretildi. Ayrıca şu da öğretildi: Ölmekte olanlar genellikle sonsuz yaşamı düşünürler, nadiren kurtuluş ve mutluluğu; bu yüzden melekler onları sonsuz yaşam düşüncesinde tutar. Bu düşüncede, göksel melekler ayrılmadan önce onlar tarafından uzunca bir süre tutulurlar. Diriltilenler, kendileriyle daha sonra ilişkilendirilecek olan ruhani meleklere bırakılır. Bu sırada, bedende yaşıyor olduklarına dair silik bir fikirleri vardır.” (2)

Bu uzun alıntı için okuyucunun affına sığınıyorum ancak Swedenborg’un kendisine tayin ettiği konumun öznel ve psikolojik tasvirini vermek için bu gerekliydi. Bugün bize böyle bir deneyimi anlatan bir insanla karşı karşıya kaldığımızda otomatik olarak onun şizofrenik bir kırılma yaşadığını düşünür ve profesyonel destek alması gerektiği kanaatine varırdık. Değil mi ki Instagram’da peygamberliğini ilan eden kadını gördüğümüzde hafif bir gülümsemeye kapılmaktan kendimizi alamıyoruz?

Peki Kant neden Swedenborg üzerine bir yazı kaleme almaya karar verdi? Bunu yapmaktaki amacı neydi? Ve bunun temelinde yatan tek motivasyon çevresinin onu zorlaması ya da Swedenborg hakkında duyduğu hikayelere karşı bir ilgi duymasını engelleyememesi miydi?  Aslında Kant’ın temel motivasyonu metafiziğin başımıza açtığı belaların yukarıdan aşağıya doğru seyreden hareketinde almış olduğu trajik biçimi bize göstermekten ibaretti. “Dünyada maddi olmayan varlıkların bulunduğunu iddia etmeye ve ruhumu da bu varlıkların sınıfına sokmaya çok eğilimli olduğumu itiraf ediyorum” (3) diyordu Kant yazısında. Aslında bu eğilim zaten SAE’nin önsözünde söylediği gibi akla da içkin bir eğilim değil miydi? Garip bir aklımız var. Bu akıl cevaplamaya kapasitesinin yetmeyeceği sorular sormaya çok meraklı. Üstelik bu sorular bizzat onun doğasından çıkıyor. Aslında bu, aklın aşkınlık düzlemi dolayımıyla şizofrenik yarılmasını temsil ediyor. Akıl neden cevaplamaya gücünün yetmediği soruları üreten bir doğaya sahip? Eğer zaten bu sorular aklımızın doğal yapısının bir uzantısıysa bundan neden rahatsız olalım? Sorarız ve cevaplayamayız olur biter. Ancak Kant göründüğünden daha realist ve pragmatisttir. Aklın doğasının verdiği bu sorulardan rahatsız değildir. Bu sorulara yanıt verme kapasitemizin olmadığının farkına varılmamasından rahatsızdır. Çünkü soruyu sorabiliyorsak yanıtı da verebileceğimizi düşünürüz. Ancak bu düşünce bizi sonuç alamayacağımız aşkınlık düzleminde oyalamakta ve bize enerji ve vakit kaybettirmektedir. Kant denemelerin sonuç vermesini ister. İş yapmak ister. Hayatın ve varoluşun içine anlamlı ve somut katkılar sunabilecek bir felsefi pratik ister.

Bir Bilicinin Düşleri metni iki kısımdan oluşur. Dogmatik olan birinci kısım ve tarihsel olan ikinci kısım. Dogmatik olan birinci kısım aslında temel olarak ruh kavramı üzerinden gelişen bir eleştirel söylemi ortaya koymaktadır. Öyle ya Swedenborg ruhlarla iletişim halinde olduğunu iddia etmektedir. Burada sözü edilen ruh kavramının temeli neye dayanmaktadır? Günlük hayatımızda ve dahi felsefi terminolojide rahatça zikrettiğimiz bu sözcük üzerine refleksiyonda bulunursak onun neliğiyle ilgili tatmin edici bir açıklama sunabilir miyiz?

Kant’a göre akademide ‘bilmiyorum’ sözü pek duyulmaz. Çünkü akademide bir uzlaşma tesis edilmiştir. Bu uzlaşma da cevaplanması zor sorulardan değişken anlamlı kelimeler aracılığıyla (belki akademik diskuru kastediyordur) uzak durmayı ifade eder. Ve derler ki ruh akıl sahibi varlıktır (ein Wesen, welches Vernunft hat). Ancak bu seferde ruhsal bir varlığın ne olduğuyla ilgili bir soru ortaya çıkar. Kant aslında bu konuda eleştiriye doğru giden hatta keskinleştiğinin açık izlerini sunmaktadır. Nasıl düşünürsek düşünelim ruhsal bir varlığı yine de maddi dolayım olmadan tasarımlayamayız. En basitinden bir hayalet tasarımı bile maddenin içine girilmezlik, direnç, etki-tepki özelliklerinden münezzeh olsa dahi sanki yine bir maddi varlıkmış gibi uzamda hareket halinde olan, figürü (dolayısıyla yer kaplaması) olan bir varlıkmış gibi oluşturulur. SAE’den hatırlayalım. Hiçbir zaman bir uzayın/uzamın olmadığını tasarımlayamayız. Uzayda tüm nesnelerin olmadığını tasarlarız ama uzay/uzam tasarımı hep temelde kalır. Örneğin bilim bize bugün evrenin oluşumuyla ilgili büyük patlama teorisini beyan etmektedir. Büyük patlamadan önce ne olduğunu düşünmeye çalıştığımızda ister sonsuz bir karanlık, ister kesif bir hiçlik düşünmeye çalışalım zihnimiz yine de bu düşünceleri bir uzamsallık formu içinde tasarımlayacaktır. Bundan dolayı maddeden istediği gibi bağımsız olan bir hayalet tasarımı bile tıpkı madde gibi bir uzamsallık formu içinde düşünülür “ve matematikçilerin genel olarak Leibniz’in Monad’larını kabullenmekte zorlanmasının temel nedeni” der Kant, “bunları küçük birer topak olarak tasavvur etmeden duramamalarıdır”. (4) Kant’a göre ruh kavramı deneyim kavramlarından soyutlama yoluyla elde edilemez. Öyle olsaydı kavramla ilgili duyuların bize sunduğu verileri maddi nesnelerden ayırt edebilme olanağına sahip olurduk. (5) Bunlar sinsi, kaçamak (erschlichen) kavramlardır. Örtük ve karanlık çıkarımlardan elde edilir. Kant’ın olanaklı deneyime ilişkin konsantrasyonu burada kilit rol oynamaktadır. Temelde söylemeye çalıştığı şey de ruh gibi bir kavramı ne olursa olsun deneyim içeriğine dönük gizli bir angajmana sahip olamadan kuramayacağımızdır. Bundan dolayı ruhlar dünyasına ilişkin herhangi bir gözlem ya da deney verisine sahip olamayız.

Kant tarihsel olan ikinci kısımda Swedenborg’un düşüncelerini özetler. Ancak fikrini de açıkça beyan eder. Swedenborg’un eseri boştur ve içinde akıl denen şeyden eser yoktur. (6) Ortaya çıkan şey yalnızca aklın spekülatif saçmalıklarıdır. Kant’ın büyük bir merakla ve kendisi için lüks sayılabilecek bir meblağı gözden çıkararak aldığı Swedenborg’un eserini okuduğunda böyle bir sonuca varacağı aslında baştan belli değil midir? Yine de soruyoruz. Tüm bu spekülatif saçmalıklara karşın yine de bu metni yazmasının temel nedeni nedir? Temel nedeni şöyle bir imadır: “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla

Burada gelin metafiziktir. Yani aklın spekülatif kullanımında kendisine sınır tayin edemeyen ve aşkınlık düzleminde at koşturmaktan kendisini alamayan metafizik. Akıl hayalcileriyle duyu hayalcileri belli bir akrabalık ilişkisi içindedir der Kant. Burada duyu hayalcisi Swedenborgdur peki akıl hayalcileri kimdir, Kant’tan dinleyelim: “Örneğin Wolff tarafından pek fazla deneyim malzemesi kullanılmadan, uydurmaca kavramlarla inşa edilmiş şeylerin düzenini, ya da Crusius tarafından düşünülebilen ve düşünülemeyen, hakkındaki birkaç lafın sihirli gücü sayesinde yoktan imal edilen sistemi, rüyetlerindeki (bakma, görme) bütün çelişkilere rağmen mazur göreceğiz, ta ki bu beyler düşlerinden uyanana kadar.” (7)

Kantçı eleştirinin özü aşkınlık düzlemine karşı girişilen radikal bir terör saldırısıdır. Aklı terörize etmeden aşkınlık düzlemiyle metafizik arasında kurulmuş olan suni denge sarsılamaz. Çünkü eleştiri öncesi döneme ait bu metinde bile Kant metafiziği insan aklının sınırlarının bilimi olarak belirlemiştir. Kantçı eleştiri aşkınlığı onun ayna tersi olan içkinlik düzlemiyle çözmeye çalışmaz. Felesefe tarihinde aşkınlık düzlemine dönük müdahaleler mevcuttur. En bariz örneği Spinozacı içkinlik düzlemidir. Spinoza aşkınsal düzlemdeki Tanrı tasarımını onu evren ya da doğanın içkinlik düzlemine geri çekerek çözmüştür. Ancak evrene içkin olan bir Tanrıyla aşkın olan bir Tanrı arasında tanrıbilim açısından özce bir fark var mıdır? Nedenlerin geriye ve ileriye doğru sonsuzca akışı bağlamında içkinleşmiş bir Tanrı bu sonsuzca akışın bizzat kendisi olması bakımından aşkınlığa gizli bir göndermede bulunmaz mı? Collingwood “Doğa Tasarımı” adlı eserinde Platoncu form kavramını ele alırken bu durumu çok güzel göstermiştir. Formların pay alma (Μετέχειν) ya da taklit (Μίμησις) üzerinden aşkınlığa ya da içkinliğe gönderimde bulunması Collingwood’a göre birbirlerini içerirler. Bunu da şöyle açıklar:

“Bir şeyin bir biçimi ‘taklit ettiğini’ söylüyorsanız, biçimin şeyin içinde değil dışında olduğunu söylüyorsunuz demektir. Ama şey ile onun taklit ettiği biçimin ortak bir şey taşıdığını da söylemiş oluyorsunuz; çünkü hiçbir şey herhangi bir başka şeyi o şeyle ortak bir şey taşımadan taklit edemez. ‘Ortak olarak taşıdıkları’, ‘paylaştıkları’ bir şeydir. Örneğin, kırmızının güller arasında paylaşılmadığını, onun tekil ve bölünmez bir şey, dünyadaki bütün güllerden bağımsız, anaörnek olarak bir kırmızı olduğunu söylüyorsanız, belli bir gül ile bu anaörnek kırmızı arasındaki ilişkiyi, gülün kırmızıyı ‘taklit ettiğini’ söyleyerek betimleyeceksiniz. Ama bir gülün kırmızıyı nasıl taklit edebildiğini sorduğunuzda, bunu şöyle yanıtlamanız gerekecektir: ‘Kendine ait bir renk, yani kırmızının bir taklidi olabilmesi için kırmızıya yeterince benzeyen bir renk taşımakla’. Ne kadar benzemesi gerektiğini sorduğunuzda da bunu şöyle yanıtlamanız gerekir: ‘Kırmızının kırmızıya benzediği kadar’. Gül yalnızca kendisinde kırmızı bulunduğu için kırmızıyı taklit edebilir. İçkinlik aşkınlığı içerirken, aşkınlık da içkinliği içerir.” (8)

Bundan dolayı Kantçı eleştirinin aşkınlık düzlemine dönük çözümü bir içkinlik düzlemi değildir. Halihazırda özneye içkin bir yapı olan aklın kendisine dayanarak gerçekleştirdiği sınır aşımına dönük bir sağaltım olarak açığa çıkmıştır. Bundan ötürü Kantçı eleştiri bütüncül bir içkinlik düzlemine geri çekilmeyi değil (çünkü bu aşkınlığa gizli bir gönderimde bulunurdu) bir sınırbilim olarak -öznellik açısından- sınırın neliğine dönük bir açılım sergileme çabasıdır. Sınırbilim olarak eleştiri sınır koyma probleminden ziyade sınırın neliği üzerine düşünen ve sınır tayin etmeyi bu nelik üzerinden belirlemeye çalışan bir yönteme işaret etmektedir. Kant’ın belirlediği ilk sınır olanaklı deneyim sınırı olmuştur. Aklın bu sınırın ötesine geçen yapısallığını sorun etmiş ve bu sınırın ötesine geçilmesine izin vermeyecek olan koşulları netleştirmeye çalışmıştır. Bunu da klasik felsefenin yaptığı gibi özneyi içeriklendirerek değil tersine özneyi içerik öncesi biçimselliğinde ve bu biçimselliğin deneyimden bağımsız koşullarında keşfederek gerçekleştirmiştir.

Bir Bilicinin Düşleri metnini önemli kılan olgu da tam da bu söylenenler üzerinden Kant’ın attığı bir çığlık olmasıdır. Çığlık metaforunu Deleuze’den alıyorum. Deleuze bu metaforu Leibniz derslerinde kullanır. “Tüm doğru önermeler analitiktir” formülasyonunu Leibniz’in çığlığı olarak betimler. Aslında bunu her okuduğumda bıyık altından bir gülme alır beni. Perukası ve o ceberut yüzüyle Leibniz’i aklınıza getirin ve sonra da onun bir çığlık attığını. Leibniz çığlık atmaz bana göre, atsa atsa bir tokat atar. Ancak Kant’ın bu metni gerçekten taşıyıcıları akıl hayalcileri olan metafizik yapı işçilerine dönük bir çığlıktır.  

Bunu her düşündüğümde Ingmar Bergman’ın 1958 yapımı Magician (Ansiktet) filmi aklıma gelir. Film Dr. Vogler’in manyetik sağlık tiyatrosuyla ilgilidir. Dr. Vogler ve onun “Manyetizma Tiyatrosu”, gerçek Avrupa tarihindeki mesmerizm (hayvansal manyetizma) gösterileri, hipnotizmacılar ve gezici illüzyonist topluluklar ile büyük ölçüde örtüşür. Ancak Dr. Vogler ve ekibinin başı derttedir. Polis tarafından aranmaktadırlar ve başkente (Stockholm) giriş yapmak üzeredirler. Zaten başkente giriş sırasında polis tarafından alıkonurlar ve konsolos Egerman’ın evine götürülürler. Konsolos ve eşi ruhani konulara ilgi duymaktadırlar. Onları karşılayanlar arasında ayrıca polis müdürü ve tıbbi meclis üyesi hekim Vergerus vardır. Hikayenin ana çelişkisi de Vergerus üzerine kuruludur. Zira Vergerus bilimsel düşünceye sonuna kadar sahip bir pozitivisttir. Ve manyetik sağlık tiyatrolarının bilimsel kılıf içerisinde görünen bir şarlatanlık olduğunu savunmaktadır (çünkü hastaları çeşitli yöntemlerle tedavi ettiklerini iddia ediyorlardı).

Dr. Vogler’in gösterilerinin zararsız olduğuna hükmeden polis şefi konsolos Egerman’ın evinde bir nevi kontrol için özel bir gösteri yapacaklarını söyler. Manyetizma tiyatrosu ertesi gün gösterisini icra eder. Ancak topluluk numaraların altında yatan gerçekleri ifşa ederek tiyatroyla dalga geçmektedir. Gösterinin son numarası görünmez zincirdir. Bunun için güçlü birini talep ederler. Konsolos evin kahyası Antonson’a bu gösteriye katılmasını emreder. Baştan beri bu gruptan hoşlanmayan Antonson zoraki kabul eder. Antonson’u görünmez zincirlerle bağlarlar ve ilginç bir şekilde o da etki altına girerek sanki zincirlerle bağlanmış gibi hareket eder. Kendinden geçen kahya tam numara sonlandığı anda Dr. Vogler’in boğazına saldırır ve onu öldürür. Vogler’in otopsisini gerçekleştirmek üzere hekim Vergerus görevlendirirlir ve tavan arasında otopsisini yapmaya başlar. Ancak otopsi sırasında tavan arasında paranormal aktiviteler tezahür etmeye başlar. Kendi kendine çalışmaya başlayan saatler, masadan bir anda düşen kağıtlar, masaya kendi kendine ilişen kesik bir el. Hekim tavan arasının sıcak olduğunu ve geçici bir rahatsızlık yaşadığını kendisine söyleyerek durumu açıklamaya çalışır. Tavan arasının kapısını açmaya çalışır ama kapı kilitlidir. Aynaya bakar ve aynada kendisinin dışında bir insan sureti belirir. Cesede bakar ve gözlüğü yere düşer. Sonra gizemli bir ayak gözlüğünü ezer. Hekim hala kendisine akılcı bir açıklama yapmaya çalışır. Bu ya bir rüyadır ya da hislerini kaybetmeye başlamıştır. Anlaşılmaz bir biçimde sağduyusunu kaybetmeye başlamıştır ve kendisine kendisini toparlamasını telkin eder. Özetle paranormal aktiviteler tüm hızıyla devam eder ve en sonunda hekimin karşısına birisi çıkar. Gözlükleri olmayan hekim dehşete düşmüş bir şekilde yerde sürünerek üzerine yürüyen bu insandan kaçmaya çalışır ve en sonu merdivenlerden düşerek tavan arasının kapısında çığlık atmaya başlar.

Aslında tüm bu numara Dr. Vogler’in hazırladığı bir oyundur. Gösteri sırasındaki olaydan ortaya çıkan karışıklıkla yerine başka birisini koymuştur. Eski bir tiyatro oyuncusu, hasta ve alkolik. O da gizlice konsolosun evine gelmiş ve ölmüştür. Tek isteği bedenini parça parça edecek bir bıçaktır. Dr. Vogler sürekli peruk ve takma sakal taktığı için hekim onu tanımamıştır. Ancak olayın sonunda vogler’e buraya yalnızca ölüm korkusu getirdiniz başka bir şey değil der.

Buradaki çığlık manidardır. Tüm bilimsel ve pozitivist anlayışına rağmen hekim nesnel ve meşru bir açıklama bulamayınca dehşet duygusuna kapılmaktan kendini alamamış ve çığlık çığlığa kalmıştır. Bergman pozitivizme çığlık attırmıştır. Kant’ın Bir Bilicinin Düşleri aracılığıyla attığı çığlık ise ruhlardan ya da hayaletlerden dolayı ortaya çıkan bir korku duygusunun çığlığı değildir. Metafiziğin spekülasyon aracılığıyla aslında Swedenborg’un yaptığına eş değer bir iş yaptığını ifade etmeye çalışan bir çığlıktır. Ruhlarla konuşmakla olanaklı deneyimin ötesindeki kavramlarla iş görmek arasında aslında özce bir fark olmadığını anlatmaya çalışan bir çığlık.

Eminim Kant, Dr. Vogler’in manyetizma tiyatrosunun gösterilerini izlerken çok eğlenirdi. Ve yapılan numaraların ardı arkasını sorgulamadan onlardan keyif almaya bakardı. Ama konu metafiziğin iş görebileceğimiz bir alan olması olunca aynı keyfi gösteremeyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Kant’ın çığlığı hasbelkader metafizikle uğraşmak zorunda kalan biz felsefecilere hala yankılanmakta. Felsefeyi insanın, dünyanın ve varoluşun sağlam bir bilgisi olarak devam ettirme işi bu çığlığın yankısında hala bize seslenmekte. Bundan ötürü Kant’ın bu garip metni Voltaire’nin Candide eserinden bir alıntıyla bitirmiş olması bir tesadüf olmasa gerek: “Haydi mutlu olmaya bakalım, bahçeye gidip çalışalım!”.

KAYNAKÇA

Kant, Immanuel. Metafiziğin Düşleriyle Açıklamalı Bir Bilicinin Düşleri. Çeviren Ahmet Aydoğan&Ali Nalbant. İstanbul: Say Yayınları, 2016.

Swedenborg, Emanuel. Arcana Coelestia (Vol. I). Çeviren John Clowes. Swedenborg Foundation, 2009.

Collingwood, R. G. Doğa Tasarımı. Çeviren Kurtuluş Dinçer. Ankara: İmge Yayınları, 1999.

—-

(1) Arcana Coelestia, Volume I, 96-97

(2) A.g.e., 90-92.

(3) Bir Bilicinin Düşleri, 155-156

(4) A.g.e., 175.

(5) A.g.e., 146.

(6) A.g.e., 218.

(7) A.g.e., 186.

(8) Doğa Tasarımı, 76.