Kant Hipokondriyak (Hastalık Hastası) mıydı?

25 Eylül 2025 / Kant Hipokondriyak (Hastalık Hastası) mıydı? için yorumlar kapalı

Blog

Yazar: Hatice Kaya

Kant’ı çoğu kez “saf aklın” soyut dünyasına kapanmış, bedenden neredeyse azade bir filozof gibi hayal ederiz. Oysa Antropoloji’de ve hekim C. W. Hufeland’a yazdığı mektupta hipokondriyi (Alm. Grillenkrankheit) ayrıntılı biçimde tartışırken, dikkatin ve iradenin bedensel duyumlar üzerindeki etkisini son derece yalın ve açık bir dille anlatır. Bu metinler, onu “bedeni olmayan akıl” imgesinden çıkarıp, kendi kırılganlıklarını tanıyan ve onlarla çalışmayı bilen bir insan olarak görmemizi sağlar. Hipokondri Kant için yalnızca tıbbi bir mesele değildir; hayatın ritmini, dikkatin yönünü ve iradenin terbiyesini ilgilendiren pratik bir sorundur. Üstelik Kant (1996: 318) da bu meseleyle bizzat uğraşmıştır:


“Göğsümün yassı ve dar oluşu, kalp ve akciğerin hareketi için pek az alan bıraktığından, bende doğal bir hipokondri eğilimi var; gençlik yıllarımda bu eğilim yaşamdan neredeyse usanma noktasına kadar vardı. Ama eğer bu kalp sıkışmasının nedeni yalnızca mekanikse bunun için yapılacak bir şey olmadığına düşünerek vardığım sonuç, kısa süre içinde ona hiç aldırmamaktı.”

Peki Kant’ın kendisi hipokondriyak mıydı? Bu çarpıcı satırlar, onun bedensel yapısından gelen bir yatkınlığı kabul ettiğini gösteriyor; ama aynı zamanda bambaşka bir şeyi ima ediyor: dikkati ve maksimi kullanarak, bedensel bir engelin düşünce ve eylem üzerindeki hükmünü boşa çıkarma tekniğini. Kendini etiketlemekle yetinmek yerine, ilgilenmemeyi bilinçli bir kural hâline getiriyor. Duyum —göğüsteki baskı— kalıyor; fakat bu duyumun yetkisi elinden alınıyor. Kant’ın kendi ifadesiyle, “bu his sanki bana ait değilmiş gibi” dikkati ondan çevirerek zihnin sükûnetini geri kazanmak mümkün. Böylece yatkınlığı kabul ederken, onun pratik etkisini idare altına alıyor.

Bu tutum tekil bir itiraftan ibaret değildir; Antropoloji’de ortaya koyduğu hipokondri analizinin canlı bir örneğidir. Kant hipokondriyi basit bir “organik hastalık” olarak değil, bir dikkat alışkanlığı olarak tasvir eder: İç duyumlara fazla odaklandıkça rahatsızlık büyür; dikkat bilinçli biçimde başka yöne çevrildiğinde azalır. Bu nedenle hipokondri, çoğu kez gizli bir hastalığı keşfetmekten ziyade, hayal gücünün beslediği kuruntuları gerçek sanma eğilimidir. Tedavi de ne inkâr ne de kahramanca katlanmadır; dikkatini yönetmeyi, gündelik meşguliyetleri bedensel ve zihinsel faaliyetlerin sırayla ve dengeli bir biçimde yürüdüğü bir ritme yerleştirmeyi öğrenmektir.

Hufeland’a yazdığı mektup bu bakışı somutlaştırır. Kant burada felsefeyi yalnızca “teknik” bir hekimlik bilgisi gibi düşünmez; aynı zamanda bir yaşam düzeni (diyetetik) önerisi olarak görür. Duyguları bilinçli bir kuralın (maksimin) altında yönetmek, her derde deva değildir; ama hangi reçete olursa olsun işe yarayabilmesi için neredeyse olmazsa olmaz bir koşuldur. Kant, belirli bir organik odağı olmayan kuruntular söz konusu olduğunda hekimin değil, kişinin kendi düşünme ve yaşama rejiminin işe yaradığını söyler ve pratik bir öneri getirir: “Midenin/ayakların mekanik meşguliyetini, zihnin düşünme meşguliyetiyle dönüşümlü kılmak.” Başka deyişle, yürüyüş, çalışma, dinlenme ve sohbeti belli bir döngüye bağlamak; yani bedensel ve zihinsel faaliyetleri bilinçli bir tempoyla sıraya koymak. Bugün buna “dikkati yeniden odaklama” veya “davranışsal etkinlik planlama” desek yeridir.

Kant’ın cevabı sadece psikolojik bir “hile” değil, aynı zamanda etik bir duruştur. Ahlâk Metafiziği’nde “insanın kendine karşı ödevleri”ni ikiye ayırır: kendine zarar verecek şeylerden sakınmak (negatif) ve kendi yetilerini geliştirmek (pozitif). Bunu da iki kısa ilkeyle özetler: “doğaya uygun yaşa” ve “kendini yetkinleştir”. Burada ahlaki sağlık dediği şey, tıbbi bir teşhis değil; ama tıbbın dili Kant için güçlü bir benzetme kaynağıdır. Nasıl bedensel yozlaşmayı önlemek için bir diyet gerekliyse, ahlaki yozlaşmayı önlemek için de karakteri düzenleyen bir “diyet” gerekir. Bu çerçeve hipokondriye iki yönden bağlanır: Birincisi, hipokondri dikkatin yanlış örgütlenmesidir; oysa pozitif ödevlerin ruhu, dikkat ve zamanı bilinçli kurallar altında doğru şeylere yöneltmektir. İkincisi, “doğaya uygun yaşamak” ilkesi, uyku, hareket, beslenme ve zihinsel çalışmanın sırası gibi gündelik rejimlerin duyarlılığımız üzerindeki etkisine dikkat çeker. Mektuptaki bedensel-zihinsel döngü tam da bu yüzden ahlaki bir boyut kazanır: öz-düzenleme kapasitesini güçlendirir.

Buradan yeniden başlıktaki soruya dönelim: Kant hipokondriyak mıydı? Kendi ifadesiyle bedensel yapısı onu bu yönde yatkın kılıyordu. Ama bu yatkınlığı bir kimlik gibi sahiplenmeyi doğru bulmaz. Antropoloji bize nedenini açıklar: Hipokondri, nesnesiz ve değişken duyumları hastalık hikâyesine çeviren bir dikkat ve hayal gücü tarzıdır. Çare, duyumları büyütmek ya da yok saymak değil; onlara karşı tutumu değiştirmektir. Kant okuma, yazma, ders verme, dostlarla görüşme ve yürüyüş gibi örgütlü uğraşlarla bu tutumu günlük yaşama tercüme eder. Bedensel sınırlılıklar değişmese bile, gündelik hayatın terimleri bu kez kuruntular tarafından değil, bilinçli kurallar tarafından belirlenir. Bu, inkâr değil yönetimdir ve Kant’ın dilinde özerkliğin beden koşulları altında görünür hâle gelmesidir.

Bu yaklaşım, sık sık titizlik diye anılan düzen sevgisini de başka bir ışıkta gösterir. Erken kalkmak, yürüyüş yapmak, belirli ders saatlerine uymak, akşamları dostlarla buluşmak… Bunlar kuru bir pedantlık değil, bilinen bir kırılganlığa karşı yerleştirilmiş karşı-ağırlıklar gibi okunabilir. Rutin, hayatı steril kılmak için değil, dikkatin yeniden iç gözetim kıskacına düşmesini engelleyecek öngörülebilir bir iskelet sunmak içindir. Zihnin neyle meşgul olduğunu değiştirdiğinizde, duygulanımın havası da kısmen değişir. Bu yüzden Kant, hipokondriğin aralıklı heveslerine karşı “amaçlı ve doğal” bir neşeyi önemser; neşe yalnızca içimizde kalmaz, başkalarıyla paylaşıldığında toplumsal olarak da çoğalır.

Önemli bir nüansı da kaçırmamak gerekir: Kant hiçbir yerde dikkatin organik nedeni ortadan kaldıracağını iddia etmez. Göğsünün darlığı baki kalır, baskı hissi de öyle. Değişen, bu hissin hangi yetkiye sahip olacağıdır. Onun etiğinde duygular pratik akıl için veri sağlar; ama kurallara hükmedecek makam değildir. Bir duygu bu yetkiyi ele geçirmeye kalktığında cevap, dişini sıkmak veya duyumu yok saymak değil; bilinçli ilkeye bağlı yeniden yönlendirmedir. Böylece iradenin önceliği korunur, bedenin talepleri de yerli yerine konur. Yatkınlığı inkâr etmeden üstesinden gelme imkânı tam da bu birinci-şahıs disiplininde yatar.

Sonuç olarak “Kant hastalık hastası mıydı?” sorusunu tersinden okumak daha doğru olur: Yapı olarak buna açık olabilir; ama pratikte hipokondriyayı reddeden bir yaşam tarzı kurar. Etiket (étiquette) ile tutum arasındaki fark, bu metinlerin göbeğindedir. Hipokondriyak güvenlik kanıtını bekler; Kant yaşam kuralı ister. Hipokondriyak nabzını izler; Kant dikkatini nereye bağlayacağını seçer. Aynı beden, bu iki tutum arasında bambaşka bir hayat sürer. Kant’ı böyle okuduğumuzda onu küçültmeyiz; tam tersine, felsefesini kırılganlığın bilgisinden güç alan insani bir pratik olarak görmeye başlarız. Aklın özerkliği bedeni yok sayarak değil, bedenle birlikte çalışarak görünür olur; etik de tam burada, bir yaşam ritmi ve dikkat terbiyesi olarak ete kemiğe bürünür.

Kaynakça

  1. Kant, Immanuel. The Metaphysics of Morals. Translated and edited by Mary Gregor. The Cambridge Edition of the Works of Immanuel Kant. Cambridge: Cambridge University Press, 1996.
  2. Kant, Immanuel. Religion and Rational Theology. Edited by Allen W. Wood and George di Giovanni. The Cambridge Edition of the Works of Immanuel Kant. Cambridge: Cambridge University Press, 1996.
  3. Kant, Immanuel. Anthropology, History, and Education. Edited by Robert B. Louden and Günter Zöller. The Cambridge Edition of the Works of Immanuel Kant. Cambridge: Cambridge University Press, 2007.