Arendt’in Siyasal Düşüncesinde Kantçı Dönüş: Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler

6 Mayıs 2022 / Arendt’in Siyasal Düşüncesinde Kantçı Dönüş: Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler için yorumlar kapalı

Blog

Yazar: Devrim Sezer

Hannah Arendt’in siyasal düşüncesinin Kant’ın felsefesiyle ilişkisini belirleyebilmek çeşitli güçlükler içerir. 20. yüzyıl siyaset felsefesinin Arendt ile mukayese edilebilecek kalibredeki iki ismi olan Jürgen Habermas ve John Rawls’un başyapıtlarının Kantçı temellere sahip olduğunu rahatlıkla görebiliriz: Gerek Habermas’ın kamusal alan kavramı, söylem etiği ve demokrasi teorisinde gerekse Rawls’un adalet teorisinde belirgin bir Kant etkisi söz konusudur.[1] Benzer bir etkiyi Arendt’in erken dönem siyaset felsefesinde göremeyiz. Bununla birlikte Arendt hayatının son yıllarında Kant’ın siyaset felsefesi üzerine dersler vermeye başlamış, ömrü yetmediği için tamamlayamadığı Yargılama başlıklı çalışmasında (Zihnin Yaşamı’nın üçüncü ve son cildi olarak tasarlanan) yüzünü neredeyse tamamen Kant’a dönmüştür.[2] Bu dönüşün niteliği ve kapsamı pek çok tartışmaya konu oldu.[3] Kısa bir yorum yazısında bu tartışmaları enine boyuna irdelemek elbette mümkün değil.[4] Öncelikli amacım, 1) Arendt’i Kant’a dönmeye sevk eden spesifik bir deneyime, bir Holokost faili olan Adolf Eichmann ile mahkeme salonundaki “karşılaşmasına” dikkat çekmek ve 2) Arendt’in siyasal düşüncesindeki Kantçı dönüşün, hem anlam ve önemine hem de demokrasi teorisine katkısına kısaca değinmek. Arendt’in Kant’a dönmekle hata ettiğini veya Kant’ı çarpıtarak okuduğunu öne süren yorumların bu iki konuyu yeterince önemsemediği kanısındayım.[5]

“Yazmak için masanın başına her oturuşumda,” diyordu Arendt, “Kant’ın omzumun üzerinden yazdıklarıma dikkatle baktığını hissederdim.” Hazırlıksız okuru epey şaşırtabilir veya yanıltabilir Arendt’in bu sözleri. Zira Arendt’in siyaset felsefesinde daha en baştan belirgin bir Kant etkisi olduğu izlenimini verir. Oysa Arendt’in 1961’deki Eichmann davasından önce kaleme aldığı temel eserlerinde, Kant’ın adıyla pek karşılaşmadığımız gibi göze çarpan Kantçı bir yönelimin varlığından da söz edemeyiz. Totalitarizmin Kaynakları, İnsanlık Durumu ve Devrim Üzerine’de Kant’ı saygıyla selamladığı birkaç önemli pasaj veya dipnot vardır ama parmakla sayılacak kadar azdır bu atıflar.[6] Bu eserlerinde Arendt’e eşlik eden veya esin kaynağı olan düşünce partnerleri arasında gerek felsefe gerekse siyasal düşünce tarihinden pek çok önemli figür yer alır: Heidegger, Jaspers ve Augustinus’tan Machiavelli, Montesquieu, Jefferson ve Tocqueville’e uzanan epey ekletik ve uzun bir listedir bu. Ne var ki Kant’ın Arendt için önde gelen bir düşünce partneri olduğuna ilişkin güçlü bir intiba edinmek pek mümkün değildir. Siyaset teorisinin temel kavramlarını tartışmaya açtığı Geçmişle Gelecek Arasında’da yer alan “Kültürdeki Kriz” başlıklı makalesindeki uzunca bir pasaj belki de tek istisnadır: Aristoteles’in phronesis kavramının Kant’ın yargı yetisi anlayışıyla karşılaştırıldığı bu pasaj, Kant’ın yargılama edimine ilişkin perspektifinin yalnızca sanatla değil, aynı zamanda siyasetle ilgili olduğunu öne sürmesi nedeniyle önemlidir.[7] Fakat Arendt’in siyaset teorisindeki muhtemel bir Kant etkisini göstermeye yetecek metinsel bir dayanak olarak göremeyiz bu kısa ama önemli ve özgün değerlendirmeyi.[8]

Arendt’i Yargı Yetisinin Eleştirisi’ne dikkatle eğilmeye sevk eden deneyim, Kudüs’te gerçekleşen Eichmann davasına tanıklık etmiş olması, daha doğrusu bir Holokost failini yargıda bulunan bir seyirci ve bağımsız bir eleştirmen olarak gözlemleyebilmiş olmasıdır. Bu aynı zamanda şu anlama geliyor: Siyasal düşüncesindeki Kantçı dönüş, Arendt’in Eichmann’da belirli bir problemi teşhis etmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Öyleyse sormamız gereken sorular şunlar: Arendt’in Eichmann’da teşhis ettiği problem tam olarak nedir? Bu problemi tartışmak amacıyla neden Kant’a ve spesifik olarak Kant’ın yargı yetisini tartıştığı eserine dönmüştür?

Eichmann, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden Yahudilerin ölüm kamplarına taşınmasından sorumlu üst düzey bir Nazi bürokratıydı. İnsanlığa karşı suçların işlendiği soykırımlarda başrolü oynayan faillerin birer canavar olduğu sanısına kapılırız çoğunlukla. Oysa Arendt’e göre Eichmann kötülük timsali bir şeytan değildi. Eichmann’ın asıl dikkat çekici yanı, düşünme ve yargılama yeteneğinden yoksun oluşuydu. Mütemadiyen kullandığı basmakalıp ve tutarsızlıklarla dolu ifadelere dayanarak böyle bir sonuca varıyordu Arendt. Eichmann yalnızca görevlerinin gereğini yerine getirdiğini, herhangi bir suç işlemediğini söyleyip durmuştu mahkeme salonunda: Üstlerinin buyruklarına özenle itaat etmiş sadık bir yurttaş ve iyi bir aile reisiydi; Yahudilerin imhasından değil, yalnızca tehcirinden sorumluydu; yaptığı her şey Nazi Almanyası’nda geçerli olan yasalarla uyumluydu; üstelik hayatı boyunca Kant’ın ahlak felsefesi ve ödev tanımına göre hareket etmişti… Dava boyunca söylemiş olduğu pek çok şey Eichmann’ın yargıda bulunma yeteneğinin aşındığının, bir başka deyişle doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan ayırma beceresini tamamen yitirdiğinin göstergesiydi. “Dikkatimi çeken konu,” diyordu Arendt dava sonrasında kaleme aldığı bir makalesinde, “bu köklü düşünme eksikliğiydi… Yargılama yeteneğimiz, bir başka deyişle doğruyu yanlıştan… ayırabilmek acaba düşünme yetimize mi bağlıydı?”[9] Arendt’in mahkeme salonunda teşhis ettiği problem, Eichmann’ın yargı yetisindeki körelmeydi. Fakat Arendt, Eichmann’da gözlemlediği bu yargı tutulmasının ve “düşüncesizlik” halinin (“thoughtlessness”) yüzleşmemiz gereken çok daha büyük bir tehlikenin belirtisi olduğunu da ekleyecekti: Yargılama yetisini dogmatik ideolojilere teslim eden son derece “sıradan insanlar”, akılalmaz bir zorbalığın ve örgütlü bir adaletsizliğin aracı haline gelebilirler. Asıl sorun, diye özellikle vurguluyordu Arendt, Nazi Almanyası’nda yaşanan deneyimin de açıkça gösterdiği gibi, Eichmann gibi haklıyı haksızdan ayıramayan binlerce insan olmasıydı. Eichmann yaygın olarak gözlemlediğimiz bir probleme ete kemiğe bürünmüş çarpıcı bir örnek teşkil ediyordu yalnızca.[10] Demek ki Holokost gibi akılalmaz bir soykırıma bu denli geniş bir katılım olmasının ve bu kadar çok insanın işlenen suçlara kayıtsız kalmasının nedenlerinden biri yargı yetisindeki bu muazzam tutulmaydı. Eichmann davasına tanıklık ettikten sonra çağımıza damga vuran problemlerden birinin yargı yetisindeki kriz olduğuna ikna olmuştu Arendt. Dolayısıyla siyasal düşüncesindeki Kantçı dönüş ve yargılama edimine ilişkin felsefi soruşturması mahkeme salonundaki bu teşhisin mantıksal bir uzantısıydı.

Arendt’in yarım kalan eserindeki en şaşırtıcı iddiası, Kant’ın bir siyaset felsefesi kaleme almamış olduğunu öne sürmesidir. Gelgelelim Kant’ın geliştirmeden, hatta farkına varmadan bize miras bıraktığı “kağıda dökülmemiş bir siyaset felsefesi” vardır. Arendt’e göre bu kağıda dökülmemiş siyaset felsefesinin temellerini ne Kant’ın ahlak felsefesinde ne de siyasal yazılarında bulabiliriz. Hukuk Öğretisi’nin ise (Rechstlehre) tamamen ihmal edilebilecek sıradan bir inceleme olduğunu, Kant’ın gerçek ve özgün siyaset felsefesinin örtük bir biçimde de olsa Yargı Gücünün Eleştirisi’nde bulunduğunu ileri sürer Arendt. Kuşkusuz, dikkatli bir Kant okurunu hayrete düşürebilecek bir savdır bu. Fakat Arendt, Eichmann’da teşhis ettiği problemi (bir başka deyişle yargı yetisindeki krizi) soruşturmasına temel oluşturacak ve kılavuzluk edecek yargılama teorisinin ana hatlarıyla söz konusu eserin “Estetik Yargının Eleştirisi” başlıklı birinci bölümünde ortaya konduğu kanısındadır. Kant’ın yargıda bulunma edimini “tikeli düşünme yetisi” olarak tanımladığını, belirleyici ve düşünümsel olmak üzere iki yargılama türü belirlediğini biliyoruz.[11] Bir tikeli yargılamak, onu genel bir kural altına yerleştirmeyi gerektirir. Belirleyici yargıda tikelin altına yerleştirileceği evrensel (kural, ilke veya yasa) verilidir, düşünümsel yargıdaysa karşı karşıya olduğumuz tikeli altına yerleştirebileceğimiz bir evrensel elimizde olmadığından tikelden hareketle evrensele ulaşmaktan ve evrenseli tikelden yola çıkarak türetmekten başka çaremiz yoktur. Arendt’e göre Kant’ın, siyaset felsefesi tarihindeki en önemli başarısı yargı yetisini keşfetmiş ve bu denli sistematik bir incelemeyle ele almış olması, en büyük hatasıysa bu keşfin ahlaki ve siyasal önemini fark edememiş olmasıdır. Zira düşünümsel yargı kamusal meseleleri sorgulayıp değerlendirirken de başvurduğumuz bir akıl yürütme biçimidir. Ahlaki önemi haklıyı haksızdan ayırabilmemize katkıda bulunmasından kaynaklanır. Siyasal açıdan da önemlidir, çünkü fenomenal ve karmaşık bir dünya olan kamusal yaşamın mayasını oluşturan kanaatleri, tikel durum ve olayları, sözler ve edimleri verili bir evrensel kuralın altına yerleştirmeden kendi özgüllükleri bağlamında yargılayabilmemiz onun sayesindedir. Ahlaki ve siyasal anlamıyla yargıda bulunma, kamusal meselelerin farklı açılardan nasıl göründüğünü zihnimde canlandırabilmeyi gerektirir. Arendt bu düşünme tarzını “temsili düşünme” veya Kant’ı izleyerek “genişlemiş zihniyet” olarak adlandıracaktır: Yargıda bulunmak “kendini başka herkesin yerine koyarak düşünebilme” becerisidir. Arendt’in amacı, bir yandan kamusal meselelere ilişkin yargılarımızın iknaya dayalı olduğunu göstermek ve yargılamayı özneler veya yurttaşlar arası bir ilişkiler ağı olan kamusal dünyada temellendirmek, bir yandan da siyasal yaşamda yargıda bulunmanın başkalarının kanaatlerini hesaba katmaya, kamusal meseleleri olabildiğince bağımsız ve tarafsızca (veya “ilgiden bağımsız” bir gözle) değerlendirmeye bağlı olduğunu vurgulamaktır: “Belli bir meseleye farklı bakış açılardan bakarak; o sırada orada bulunmayan kimselerin bakış açılarını zihnimde canlandırarak bir kanaat oluştururum, yani onları temsil ederim… Bir meseleyi zihnimde tartarken ne kadar çok insanın bakış açısını zihnimde canlandırır[sam]… nihai vargılarımın, yani kanaatimin geçerliliği de o kadar fazla olacaktır.”[12] Arendt siyasal yargı yetimizi formel ve içeriksiz bir şekilde tanımlanan, adeta düzenleyici bir “tartışma ilkesi” işlevi üstlenen temsili düşünme becerisine veya genişlemiş zihniyet kavramına dayandırmıştır. Doğru, Kant’a tamamıyla sadık kalmamış, Kant’ı kelimesi kelimesine tekrarlamakla yetinmektense yaratıcı bir tarzda ve kendi öncelikleri doğrultusunda yorumlamıştır Arendt. Fakat ana hatlarıyla ortaya koymuş olduğu bu yarım kalmış siyasal yargı teorisi, lafzında değilse bile özünde Kantçı bir yaklaşımın tezahürüdür.[13]

Arendt’in bir Holokost faili olan Eichmann’da teşhis ettiği bir problemdi yargı yetisindeki tutulma. Bu teşhisin ertesinde Kant’a dönmüş, siyasal yargı yetisini derinlemesine incelemeye karar vermişti. Öte yandan Arendt’in incelemesinin demokrasi teorisi açısından da hayati sonuçlar doğurduğunu söylemek mümkün. Zira bu yarım kalan inceleme bize demokrasi teorisinde çoğunlukla ihmal edilen bir problemi hatırlatıyor: Demokrasi, kurumsal ve anayasal düzenlemelerden ibaret bir özyönetim modeli veya bir siyasal rejim türü olmanın ötesinde (veya bunun yanı sıra) bir siyasal kültür veya zihniyet meselesidir. Bana öyle geliyor ki Arendt’in tamamlayamadığı yargı teorisinin en önemli felsefi keşfi, bir siyasal kültür olarak demokrasinin üzerinde yükseldiği kamusal etiğe, bir başka deyişle temsili düşünme beceresine dikkat çekmiş olmasıdır.[14] Dolayısıyla Arendt bir Holokost failinin yargılanmasına ilişkin tanıklığını insanlığın ortak hafızasına kaydetmekle kalmamış, aynı zamanda demokrasi için hayati bir mesele olan siyasal yargı yetisi üzerine yepyeni bir tartışma hattının açılmasına da öncülük etmiştir.

Kaynakça

Arendt, Hannah. Geçmişle Gelecek Arasında, çev. Bahadır Sina Şenel (İletişim, 1996).

Arendt, Hannah. “Thinking and Moral Considerations”, Responsibility and Judgment, der. Jerome Kohn (Schocken Books, 2003), 159-190 [Türkçede: Sorumluluk ve Yargı, çev. Müge Serin (Sel, 2018)].

Arendt, Hannah. Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, çev. Özge Çelik (Metis, 2009).

Arendt, Hannah. Devrim Üzerine, çev. Onur Eylül Kara (İletişim, 2012).

Arendt, Hannah. Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler, der. Ronald Beiner, yay. haz. Serdar Tekin, çev. Devrim Sezer ve İsmail Ilgar (İletişim, 2019).

Beiner, Ronald. Political Judgment (University of Chicago Press, 1984).

Beiner, Ronald. “Action, Natality and Citizenship: Hannah Arendt’s Concept of Freedom”, Conceptions of Liberty in Political Philosophy, der. Zbigniew Pelczynski ve John Gray (St. Martin’s Press, 1984), 357-361

Beiner, Ronald ve Booth, William James. Kant and Political Philosophy: The Contemporary Legacy (Yale University Press, 1993).

Beiner, Ronald ve Nedelsky, Jennifer. Judgment, Imagination, and Politics: Themes from Kant and Arendt (Rowman & Littlefield, 2001).

Berktay, Fatmagül. Dünyayı Bugünde Sevmek: Hannah Arendt’in Politika Anlayışı (Metis, 2012).

Kant, Immanuel. Critique of the Power of Judgment, çev. Paul Guyer ve Eric Matthews (Cambridge University Press, 2000).

Sezer, Devrim. “İtiraz, Tartışma, Demokrasi: Arendt’te Yargı Yetisinin Etik ve Politik Önemi”, Yargıya Felsefeyle Bakmak, der. Kurtul Gülenç ve Özlem Duva (Yapı Kredi Yayınları, 2016), 107-135.

Shklar, Judith. “Hannah Arendt: Lectures on Kant’s Political Philosophy”, Hegel Bulletin (1984) 5 (9): 42-44.

Toker Kılınç, Nilgün. Politika ve Sorumluluk (Birikim, 2012).

Wellmer, Albrecht. “Hannah Arendt on Judgment: The Unwritten Doctrine of Reason”, Hannah Arendt: Twenty Years Later, der. Larry May ve Jrome Kohn (The MIT Press, 1996), 33-51.


[1] Siyaset felsefesindeki Kantçı mirası ele alan (Habermas ile Rawls’un katkılarını da içeren) harikulade bir çalışma: Beiner ve Booth, 1993.

[2] Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Dersler, Arendt’in tamamlayamadığı son eseri Yargılama’ya hazırlık niteliğindeki ders notlarından oluşuyor. Arendt’in ders notlarını dört dörtlük bir arşiv çalışmasıyla gün yüzüne çıkaran ve harikulade bir yorumla taçlandırmak suretiyle çağdaş siyaset felsefesine kazandıran yazar ise Kanadalı siyaset teorisyeni Ronald Beiner’dır. Beiner’ın yorum yazısı ve kitabın Türkçe baskısı için kaleme aldığı önsöz için bkz. Arendt, 2019: 13-30 ve 157-264.

[3] Bu tartışmalar hakkında iki önemli çalışma: Beiner, 1984; Beiner ve Nedelsky, 2001.

[4] Bu yazıda kısaca değindiğim bazı konuları daha önce uzun uzadıya tartışmıştım: Sezer, 2016.

[5] Bu tutumun şaşırtıcı bir örneği: Shklar, 1984.

[6] İnsanlık Durumu’nda Arendt’in, doğumluluk (“natality”) durumu ve yeni bir şeye başlama gücünden yola çıkarak tanımladığı eylem kavramında, Kant’ın kendiliğindenlik vurgusunun ve özgürlük anlayışının izlerini görebileceğimizi söyleyen yorumcular var. Fakat bence buradaki Kant etkisi epey örtük ve ikincil gibidir. Dolayısıyla doğumluluk kavramının veya yeni bir şeye başlama gücünün vurgulandığı pasajlara bakarak Arendt’in Kant’tan derinden etkilendiğini söylemek epey zor bana kalırsa. Nitekim Arendt’in kendisi de doğumluluk veya yeni bir şeye başlama gücünden söz açtığında Kant’a değil, çoğunlukla Augustinus’a atıfta bulunur. Arendt’in eylem ve özgürlük anlayışındaki Kant etkisinin benim öne sürdüğüm kadar örtük ve ikincil olmadığını savunan farklı ve aydınlatıcı bir yorum için bkz. Beiner, 1984.

[7] Kant’a değindiği bir başka çarpıcı pasaj ise şurada: Arendt, 2012: 308.

[8] Geçmişle Gelecek Arasında’daki “Hakikat ve Siyaset” başlıklı metinde Kant’ın yargı yetisi anlayışına ve hatta “genişlemiş zihniyet” kavramına atıflar var, fakat bu yazı Eichmann davasından sonra kaleme alınmıştır.

[9] Arendt, 2003: 160.

[10] Arendt, 2009: 281.

[11] Kant, 2000, Giriş, 4. Altbölüm, 66-67.

[12] Arendt, 1996: 280 ve Arendt, 2019: 126.

[13] Bu argümanımı destekleyen bir yorum: Wellmer, 1996. Arendt’teki Kantçı dönüşü eleştiren bir değerlendirme için: Beiner, “Türkçe Baskıya Önsöz”, Arendt, 2019.

[14] İki yazarın bu konuya ışık tutabilecek saptamaları önemli: Berktay, 2012, 128-135 ve Toker Kılınç, 2012, 141-146.