Yazar: Mehmet Günenç
Sanıyorum önemli dertlerimizden bir tanesi Kant’ı bugün nasıl ele alacağımızdır. Meşhur deyimle Kant’a karşı ya da Kant’ın yanında oluruz ama Kant’sız olamayız. 21. yüzyılda artık modernliğin kazandırdıklarından değil kaybettirdiklerinden bahsetmeye meyilli olduğumuzdan Kant’a karşı olmak gerekir diye düşünebiliriz. Ama karşı olmak durumunda kalan felsefecinin tatmin edici bir konumunun olmamama riskini de dikkate alması gereklidir. Yani Kant’sız kalmanın bedeli ağır olabilir.
İnsanlık tarihiyle kıyaslandığında modernliğin hızlı büyüdüğünü ve hızlı yaşlandığını söyleyebiliriz. Ne yazık ki felsefe için bunu daha rahat söylüyoruz. Felsefe Kant’tan sonra idealizmle son hamlesini yapsa da sonrasında düşüşe geçmeye başlamıştır. Artık Kant’ı ele alışımızda felsefeyi canlandırmaya daha doğrusu felsefenin önemli olduğunu Kant’ı öne sürerek göstermeye çalışıyoruz. Dolayısıyla sorun bazı şeylerin kaybedilmiş olması; soruysa neyi, nasıl kaybettiğimiz olmalıdır. Hegel’i kenarda tutacak olursak son büyük felsefeciden bahsediyoruz. Felsefenin hala diğer bilimlerden önde ve belirleyici olma iddiasını haklı çıkaran bir büyüklükten bahsediyorum. İronik bir biçimde Kant’ın kendisi, felsefe ile metafizik arasına bir mesafe koyduğunda felsefenin tahttan indirilmesine imkan tanımıştır. Bilimlerin yerini başka bilimler doldurabilir ya da bilimler kendilerini yenileme imkanına sahiptirler. Yani ilerlemeden bahsedebiliyoruz bilim söz konusu olunca. Evet Aristoteles biyolojisi ile modern biyoloji farklıdır ya da Öklid geometrisi ile Riemann geometrisi farklıdır ama bu alanlarda ilerleme devam etmiştir. Buna karşın antik felsefe ile modern felsefe farklı olsalar ve ikisi de felsefedir desek de aynı rahatlıkla felsefenin ilerlediğini söyleyemiyoruz. Dediğim gibi kaybedilmiş bir şeyler var. Kant’ı ya da felsefeyi bir bakıma ruh çağırma seanslarına benzeyen şekilde yeniden hayata sokma çabamız da herhalde bu yüzden. Aslına bakılırsa modern düşünce ilerlemesini tam olarak felsefeyle sağladığını iddia ediyordu. Aşağıda açıklayacağım üzere en iddialı olduğu andan itibaren çok hızlı bir düşüş yaşadı. Kant bu noktada olan filozofların başında geldiği için önemlidir. Bu nedenle Kant’la ne yapmamız gerektiğine geçmeden önce Kant’ın ne yaptığını göstermek istiyorum.
Öncelikle metafiziğin bilim olma imkansızlığına işaret edilmesindeki farklılığa dikkat etmeliyiz. Philo-sophia yani hikmet sevgisi tanımında dahi bilim olma imkanına karşı sınırları bilen bir duruş yok mudur? Ama sevgi arayışın motifidir yoksa yöntemi değildir. Yöntem doğruluğu her zaman tartışılması gerekse de metafiziktir. Kant’ın metafiziğin sınırları aşmasının akıl bağlamında kaçınılmaz olmasına işaret etmiş olması da sorunun kaynağı değildir. Kant metafiziğin temel kavramlarının nasıl ele alınması gerektiğine ilişkin dogmatik belirlemelerde bulunmuştur. Dogmatik olarak nitelendirmem yanlış anlaşılmasın. Dogma doğru (olduğu kabul edilen) görüş anlamına gelir. Dolayısıyla felsefe yapısı gereği dogmatik olmaya daha yakındır. Bundan dolayı Kant için dogmatik aklın dengeleyicisi kritikti. Ne var ki Kant’ın dogmatikliğe karşı yarattığı kritiklik bizi bir çıkmaza ya da kısırdöngüye sokar. Dogmaları kritik eden aklın dogma haline gelmesi. Evet Kant aklın dogmatikliğini kritik ediyor ama bu aklın hanesine yazıldığında onu yegane otorite haline de getiriyor. Alman idealizme ve sonrasındaki Frankfurt Okulu’na bakmak yeterlidir herhalde söz konusu otoritenin ne menem bir şey olduğunu anlamak için.
Ne var ki asıl sorun aklın otorite haline gelmesi değildir. Otoriterliğini nasıl kazandığı daha doğrusu neye karşı kazandığına odaklanmak da gerekir bana kalırsa. Antik anlayışta akıl otoriterliğini metafizikle kazanmıştı. Bunu yaparken dahi aklın otorite haline gelmesinde bir sınır da vardı. Dediğim gibi işte philo-sophia’daki sınır… Modern dönemde ve bu bağlamda Kant’ta ilginç olan nokta ne Tanrı ne de bu kavramla birlikte düşünülmesi gereken ruhun değil de özgürlüğün yetmemesi. Yani modernliğin en canlı ve iddialı kavramı olan özgürlükle de beklenen hedefler gerçekleşemedi. O halde suçlanması gereken, modernliğin ve elbette Kant’ın özgürlük kavramını kurgulaması mıdır? Konu uzun; sadece işaret etmekle yetinip kendimi daha yakın hissettiğim bir alana geçmek istiyorum.
Tanrı kavramını batı düşüncesi sürecinde kabaca, rasyonel ve rasyonel olmayan olarak ikiye ayırmak mümkündür. Rasyonel olmayan, dine karşılık gelir. Rasyonel olanda ise aşkın ve içkin iki akıl kavrayışıyla beraber Tanrı denklemiyle karşılaştık. Aşkın rasyonellik antik anlayıştakine; içkin olan ise modern dönemdekine tekabül eder. Mesela Descartes’ın mükemmellik kavramı ve Kant’ın ahlak yasası bağlamındaki din tanımı buna örnek olarak verilebilir. Yani dinin (Tanrı’nın) emirlerinin ahlak yasası olması yerine ahlak yasasının (pratik aklın) emirlerinin din olması içkin akla karşılık gelir. Son kısmın önemli bir özelliği kendisinden önce gelen dini irrasyonel olarak nitelendirmesidir. İşte vurgulamak istediğim nokta modern düşüncenin dogmatik bir rasyonaliteyle nasıl bir dünyanın içine düşmüş olduğudur. İçkin rasyonelliğin yarattığı sıkıntılı hale rağmen düşmüş olduğu dünyadan çıkamıyor çünkü çıkış yollarını irrasyonel olarak nitelendirerek aslında bir yol bırakmıyor. Bu farklı tarzda olsa da bir dogmatikliktir. Nasıl Ortaçağ’da kilisenin doktrini dışında bir düşünceden bahsedilememesi zihindeki negatif dogmatikliği oluşturduysa rasyonel akıl da kendisi dışındaki herşey için irrasyonaliteyi yaratarak dogmatik bir pozisyona düşürmüştür kendisini. Burada ne kendisini kritik etme döngüsünden ne de aklı mutlak olarak görmenin yarattığı bir yanılsamadan bahsettiğim sanılmasın. Daha ziyade kaybedilmiş gerçeklik telakkisine geçmek istiyorum.
İçkin rasyonellik Descartes ile başlar ve Aydınlanma Nedir?’in yazarına göre ergin olmayı sağlayacak bir şeydir. Felsefe her zaman aklı daha ergin olma durumuna getirme faaliyetidir. Bunu biliyoruz. Ksenophanes ile başladığında aklın kritik etme süreci daha doğru bir Tanrı kavrayışı üzerinde duruyordu aynı Kant gibi. Ne var ki Ksenophanes’le başlayıp Aristoteles’le biten süreçte daha sonraları Ortaçağ’ın eksik bulsa da reddetmeyeceği bir Tanrı kavrayışına ulaşıldı. Modern döneme gelindiğinde bu tablonun neden sorunlu hale geldiğini anlamamız gerekir. Bazen sorunların görünür hale gelmesi ya da tahammül edilemez olmasının nedenine odaklanmak lazım. Yukarıda belirttiğim üzere, rasyonalitenin kendisini konumlandırma biçimi yeni bir tarih okuması yapılmasını gerektiriyordu. Elbette Kant’ın sisteminin bütünüyle yanlış bir kurgu olduğunu söylemiyorum. Daha ziyade söylediklerinin nasıl bir zeminde yeşerdiğini anlatmaya çalışıyorum. Metafizikte ve dinde Tanrı fikrinin merkeziliğinin rasyonel öznenin karşısında bertaraf edilmesi gerekliydi. Nasıl Westfalya Barış Anlaşması’yla Avrupa’ya barış gelmişse Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi de felsefeye barışı getirmeliydi. Bu barış antlaşması dinin biçimlendirilmesi değil geri çekilmesini sağlama almıştır ve bunun yansıması olarak felsefenin dini olan metafiziğin feda edilmesi gerekliydi. Metafiziğin savaş alanı olarak nitelendirilmesine bana kalırsa bir de bu pencereden bakmak gereklidir.
Kant’ın özneyi öne sürüşü transendental kavramıyla başlar. Bilindiği üzere transendental kavramı öznenin kendisini yargılar değil yargılama imkanları üzerinden analiz etmesidir. Ama daha derinde bir bakıma Kant, psikanalizi akla tatbik eder. Mesele aynı Freud’da olduğu üzere aklın yarattığı nevroz hallerini anlamaya çalışmaktır. Kant’a göre akıl penceresinden deneyimin tamamlanması/totalitat gereken bir yapısı vardır. Deneyimin tamamlanmışlığı ise ancak Tanrı’yla/ens realissimum mümkün olmaktadır. Ama bu kavramın aklın diyalektiği sonucunda varsayılması gereken unsur olduğunu düşündüğümüzde ne olur? Sağolsun Kant buna da cevap vermiştir: Kısa vadede yanılsama uzun vadede savaş… Şimdi ilk önce bu yanılsamadan kurtulmak için Kant’ın ne teklif ettiğini sonrasında ne teklif edildiğini ya da ne olduğu üzerine kısaca duralım. Oluşturucu olmasa da yani bilgi vermese de Tanrı düzenleyici bir kavram olabilir hatta olmalıdır da. Bunun anlamı aklın genişlemesidir. Bir bakıma Kant, Tanrı kavramının reflektif bir derinlik yaratacağını düşünür doğru kullanımının. Yani Tanrı kavramının altına doğayı koymayı dener. Örnek verecek olursak doğaya Tanrı varmış gibi bakıldığında duyulan rahatlığın aklın genişlemesiyle ilgili olduğunu düşünür ki, sağolsun Kant, bir çok anlamda aklın alanını daraltıldıktan sonra herhalde biraz hava aldırmanın faydalı olduğunu düşünmüştür. Ama asıl Tanrı’ya biçilen paye pratik aklın eleştirisinde karşımıza çıkar. Buna göre Tanrı en yüksek iyi kavramı doğrultusunda varsayılması zorunlu olan bir postuladır. Mutluluğun imkansızlığına rağmen onu elde edebileceğimiz umudu ancak Tanrı gibi güçlü ve adil bir varlıkla sağlanır. O halde Tanrı bu sefer zorunlu olarak varsayılmalıdır. Kant’ın dine yaklaşımı da ahlakın özerkliği zeminine oturur. Bunun için uzatmaya gerek yok. Burada sorun olan nokta Tanrı’nın özne merkezli olmasının bir gerçeklik sorunu yaratmasıdır. Ben bu çerçevede Kant sonrası felsefenin krize girdiğini düşünüyorum.
Neyin teklif edildiğinin anlaşılması için çağın ruhunun nasıl farklı olduğunu gösteren iki örnekten hareket edeceğim. Bir yanda Tertullianus’un “Saçma olduğu için inanıyorum.” bir yanda da Stendhal’ın “Tanrı fikrinin tek mazereti olmamasıdır.” ifadelerini düşünelim. Saçmalığına/absürd rağmen inanmanın artan bir biçimde devam etmesine karşın tam da saçmalığın inançsızlığa götürmesi arasındaki ince ama keskin trajikliğe dikkat etmek lazım. İçine düşülen tehlikede rövaşata atan Alman idealizmi, Hitler’in yenilmeye başladığı anda daha cüretkar olması gibi, modernliğin nihai hamlesidir. Fazlasıyla doğrudur çünkü metafizik ortadan kalktıktan sonra fazlasıyla doğru olana ihtiyaç vardır ve Hegel idealizmi de en doğru olan ya da doruğa ulaşmış doğruluktur. Ama bu felsefenin doruk noktası değil, son noktasıdır. Çünkü doğruluğu inşa ettikçe bunun kendimden ibaret bir tasarım haline gelmesi aslında doğruluğun gerçekliğe karşıt hale gelmesidir. Sanıyorum Kant buna skandal adını vermişti. Ama bu skandal giderek Schopenhauer’ın da (bir tasarım olarak dünyasında) yakaladığı üzere anlamsızlıkla başbaşa kalan insanın trajikliğine dönüştü. Burada Tanrı kavramından dolayı insanın sorunlara düçar olduğunu söylemiyorum. Ama birlikte bir düşüş yaşadıkları da aşikar. Nitekim bir yana Nietzsche, diğer yana da Dostoyevski’yi koyduğumuzda arayışları farklı olsa da aşmak istedikleri durumun aynı olduklarını görürüz. Dostoyevski Tanrı’nın yokluğunu insanın kayboluşu olarak görüyordu. Çünkü Raskolnikov’un içindeki Tanrı ölmüştü. Bu durumda insanın içinde ortaya çıkan yokluk kapatılamayan bir boşluğa ve bu da kayboluşa yol açar. Nietzsche’yse bu kayboluşu kabul etmesine rağmen bir ateş yakmaya çalışmıştır. Gerek Tanrı’nın öldürülmesiyle gerekse ding an sich ile gerçekliğin nihilistik tarafını fark ederek, yaşamın özünde insanın anlam yüklemesiyle katlanılabilir olacağını düşünmekteydi. Kaybedilmiş gerçekliğe tahammül etmek için gerçeklik yeniden ve daha canlı yaratılmalıdır. Konigsbergli Çinli değil de ancak sanatsal yaratıcılığa sahip üstinsan kaybedilmiş gerçekliğin trajikliğini gerektiği gibi göğüsleyebilirdi. Dostoyevski’ye nazire yaparcasına sanki “Tanrı içimde öldüyse itiraf edelim o halde biz öldürdük.” diyordu. Önemli olduğunu düşündüğüm bir benzetmeyle düşünecek olursak bu sefer Tanrı kulunu değil, kul Tanrı’sını terk etmeliydi. Her halükarda gerçekliği idealizm örneğindeki gibi kurmanın akabinde darmadağın olmuş bir özneyle uyanıldı.
Sonuçta, biraz da kolaycılığa kaçarak, Kant’ı günümüze çağırmamızın ama gelmemesinin nedenini biraz Kant’ta aramak gerektiğini düşündüğümü belirtmeliyim. Çünkü modern felsefeyi ve elbette Kant’ı doğru kabul ettikten sonra ne anlamın gerçekliği ne de gerçekliğin anlamı üzerinde hakim olan bir felsefeden bahsedemiyoruz. Yine de quantum fiziğini göz önünde tutarak son bir deneme yapalım Kant’ı çağırmak için. Elbette sınırları belirlenmemiş bir teoriden bahsediyoruz. Ama kabul edildiği haliyle bile bize bir fikir vermektedir. Newton determinizminin dünyasında değiliz. Öngörülebilir nesne ya da hareketten bahsedilemiyor. Ama bu ölçmenin yanlış değil, eksik daha doğrusu yetersiz olduğu anlamına gelir. Bir diğer husus da belirsizliğin kısmen ding an sich ile uyumlu olduğudur. Bir diğer deyişle, nasıl Kant’ın felsefesinde nesnenin asıl halini bilemiyorsak quantanın da nasıl hareket ettiğini bilmiyoruz hatta gerçekten tanımlandıkları gibi olup olmadıklarını da bilmiyoruz. Kant, zihnin zamanın içine sıkışmışlıktan bir yaratıcılık meydana getirdiğini iddia etmişti schemeta kavramıyla. Değerli Yalçın Koç Hocamız da quantumu bilmek demek daha fazla matematiği kullanmak diyordu. Bu açıdan bakıldığında Kant’ın haklılığı kısmen devam ediyor. Yani quantum dünyasına girebilmek için matematikle bir şema çiziyoruz ama bu şema artık olasılıkların şeması. Ne var ki matematik bilgimizin alanı genişlerken hayatın ve gerçekliğin alanı ortadan kalkıyor. Ya da tekniğe sıkışmaya her zaman müsait matematiğin alanını arttırdıkça doğaya ellerimizle dokunma imkanını kaldırıyoruz. Bunun anlamı her şeyin daha fazla simülasyon haline gelmesidir. Sanıyorum Schopenhauer’ın tasarımından simülasyonlara doğru bir evrim geçirdiğimizi söylemek kahinlik olmaz. Elbette böyle bir dünyada eylem ya da praxis demenin imkanını aramak pek mümkün görünmüyor. Ne mi yapıyorum o halde? Kendi ruh seanslarımda Kant’tan ziyade bu aralar Aristoteles’i çağırıyorum. Cüretime kızsalar da tahammül etmeleri umuduyla Kant topluluğuna da tavsiye ederim.