Yazar: Sefa Melih Akgün
Rivayet odur ki, Königsberg halkı saatlerini Kant’ın yürüyüş saatine göre ayarlarmış. Hatta kimileri der ki, Kant hayatında yalnızca bir defa yürüyüş saatini aksatmış. Kimilerine göreyse, bir değil iki. Bu aksamanın ya da aksamaların nedenini bazısı “Kant, Rousseau’nun Emile kitabını okurken yürüyüşünü unuttu”ğunda bulur, bazıları ise “Hayır, Rousseau’nun Emile kitabı değil de olsa olsa Toplum Sözleşmesi kitabını okurken saatin kaç olduğunu fark etmemiştir”, der. Kimileri ise “Ne kitabı canım, aslında Fransız Devrimi’nin ateşini Alman gazetelerinde okurken yaşadığı coşkudan dolayı o gün yürüyüş saatini unuttu”ğunu söyler. Kim bilir belki de Kant aslında arada bir yürüyüşe çıkardı, Königsbergliler de bu yürüyüşleri idealize edip araya da bir, iki defa aksaklık sıkıştırmışlardır daha gerçekçi olsun diye. Fakat her ne olursa olsun şurası kesindir, ya titizlikle saati saatine uyan Kant’ın yürüyüşü bütün Königsberg halkını derinden etkilemiş ya da insanlar bu durumu Kant’a yakıştırmışlar. Dolayısıyla bu durum ister halkın hayali kurgusu isterse de gerçek olsun Königsberg, ihtimalle daha sonra bütün Prusya hatta ve hatta belki de tüm Batı Avrupa da saatini Kant’a göre ayarlamış. Peki ya İstanbul, bu şehrin saatini kim ayarladı? Bu soruyu düşünmeden önce, zaman algısında Kant’ın neyi değiştirdiğini ve söz konusu değişikliğin toplumsal hayata yansımalarını en genel ve kaba hatlarla kısaca değinirsek iyi olur.
1781 yılında Saf Aklın Eleştirisi -kısacası SAE– basıldığında Kant zamanı yalnızca hissetmenin a priori iç görü formu olarak tanımlamakla yetinmedi, her türlü bilginin tesisinde olmazsa olmaz olarak tanımladı. SAE’nin A99’unda zaman hakkında şunları yazdı, Kant:
“Temsillerimiz nereden kaynaklanırsa kaynaklansın ister dışsal şeylerin etkisiyle ister içsel nedenlerle oluşsun, a priori ya da empirik tezahürler menşeili olsunlar, yine de zihnin değişiklikleri olarak iç hisse aittirler ve bundan ötürü tüm bilgilerimiz nihayetinde iç hissin formel koşuluna tabidir. Yani temsilleri düzenleyen, birbirleriyle bağlantılandıran ve ilişki içine sokan zamana tabidirler.”
Bu ifadeleri felsefe tarihi çerçevesinde düşünürsek, adeta asli unsur olarak zamanın bu kadar görünür kılınması çok ilginç bir hamledir. A priori ve empirik bilgilerin töze, ruha, tanrıya, doğaya, vs. değil de zamana tabi olması… Bu hamle meşhur Kopernikçi devrimin bir uzantısıdır. Fakat söz konusu hamleye dikkatli baktığımızda satranç ağzıyla Kant aslında arkası muamma tek bir hamle yapmamış, meğerse bütün bilgilerin zamana tabiyeti harika bir kombinezonun ilk hamlesiymiş. Kant’ın Kopernikçi devrimi ortaya çıkartan hamleler dizisini zaman bağlamında nesne, özne ve şema çerçevesinde düşünelim.
Hissetmede zaman için, uzay ise dışın a priori formel koşuludur ve ikisi de söylemsel [diskursiv] değildir. Uzay yalnızca dış tezahürlerin [Erscheinung] edinilmesini temin ederken zaman ise iç-dış gözetmeksizin tüm tezahürlerin formel koşuludur. Dolayısıyla zamanlaştırılmamış uzayı, yani içselleştirilmemiş dışı, düşünmek pek de mümkün değildir. Bu bağlamda Kant zamanın eşzamanlılık ve ardışıklık özelliklerini haiz olduğunu söyler. Uzay ise eşzamanlıdır. Eşzamanlılık ve ardışıklık arasındaki ilişkiyi Kant, SAE A33/B50’de çizgi örneğiyle anlatır. Mesela t1 ile t5 ardışık zaman aralığında bir çizgi çizdiğimizi hayal ederim. Her bir t anında çizilen noktalar birbirleriyle ardışıktır ve eşzamanlı olarak yan yanadırlar; t6 anına geldiğimizde elimizde eşzamanlı noktaların çizdiği bir çizgi olur. Fakat dikkat edilirse burada ilginç bir durum söz konusu. Daha en başta “ben” zamanın ardışıklığını birlik altında tutmalıyım ki t1 ile t5 zaman anlarını ayrıştırabileyim, böylece çizgiyi çizebileyim. Aksi taktirde zaman ayrıştırılmamış olurdu ki bu durumda ne zaman anlarının idrakine varabilirdim ne çizgi çizebilirdim. Yekpare zamana mahkum olmuş bir mahluktan öteye geçemezdim. Bu problemi aşmak için Kant üç katmanlı sentez fikrini devreye sokar: Görüde tutmanın sentezi, yeniden üreten sentez ve kavramda idrakin sentezi. Burada şimdilik bizi ilgilendiren ilki, diğerleri değil.
Ayrıştırılmamış, yekpare kökensel [ursprünglich] zaman a priori çokluktur [Mannigfaltigkeit]. Kökensel zamanı hayalgücü kat ederek [durchlaufen] ve katettiğini bir araya getirerek [zusammennehmen] zaman anlarını farklılaştırır ve bütün olarak kuşatır. Bu sayede zaman, ayrıştırılmış çokluk halini alırken geçmiş, şimdi ve gelecek zaman anlarının ortaya çıkmasına imkan sağlanır. Böylece a priori zaman görüsü [Anschauung] derli toplu bakış [Synopsis] özelliğini kazanır. Yani, artık bütün zaman anlarının ardışıklığına sahibiz. İstediğimiz gibi zaman anlarını t cinsinden ayrıştırabiliriz. Bu noktada Kant’ın kombinezonundaki hamlelerden biri daha gözden kaçmamalı. Klasik düşünce geleneğinde görü, aklın bütünlüğüyle irtibatlı bir kavramdı. Fakat burada artık aklın bütünlüğü dikkate alınmaz, zamanın bütünlüğünü “görebilme” kabiliyeti görüye verilmiştir. Bununla birlikte zamanı bir bütün olarak görebilme kudreti ayrıştırılmış zamanın içinde olamaz, çünkü eğer böyle olsaydı zamanın ardışıklığına tabilik söz konusu olurdu ki bu da çizgiyi çizmek için ihtiyacımız olan t1 ile t5 zaman aralığının içinde olduğumuz anlamına gelirdi. Bizim çizgi için zaman aralığını da kapsayacak bütün ardışıklığı birlik altında tutmaya ihtiyacımız var. Bu noktada transandantal öznenin birliği sahneye çıkar. Bir bakıma transandantal öznenin birliği ile zamanın ardışıklığının birliği aynı şeydir. Öznenin birliği olmaksızın, zamanın birliği de olamaz, zamanın birliği varsa öznenin de birliği vardır. Bununla birlikte kendilik bilinci [Selbstbewusstsein] imkanının transandantal öznenin birliğinde olduğunu düşünürsek, zamanı birlik altında tutmak kendilik bilincinde olmak anlamına geldiği söylenebilir. Tersten ifadeyle, zamanın birliğini birlik altında tuttuğunun idrakinde olmamak demek, kendilik bilincine sahip olmamak demektir, dersek çok da abartmış sayılmayız. Diğer taraftan ayrıştırılmış zaman anları içerisinde hüzünlü olunur, bir şeyler arzulanır vesaire… Bütün bu faaliyetler ardışık zaman anlarına tabi olmak zorundadır. Mesela t1 anında arzuladığımı t2 anında ulaşılması ya da ulaşılamaması gibi. Burası empirik öznenin düzlemidir. Yani öznenin empirik ciheti ayrıştırılmış ve derli toplu hale getirilmiş zamanın ardışıklığı çerçevesinde imkan bulur. Bir bakıma öznenin transandantal ciheti ne içindedir zamanın, empirik ciheti ise ne de büsbütün dışında.
Nesne tesis edilirken kavramlaştırma faaliyeti de paralelinde gelir. Kant, nesne ile kavramın birbirleriyle irtibatlandırmasına şematizm der. Şemalaştırma ayrıştırılmış zamanın ardışık anlarını derli toplu tutulması ile anlama yetisinin kategorilerinin sentezinde ortaya çıkar. Böylece zaman anları kategoriler tarafından belirlenim altına alınır. Söz konusu belirlenimi Kant, zaman belirlenimleri [Zeitbestimmungen] olarak tanımlar. Bu sayede nesne, bilgi ve fenomen zaman dizisinde [Zeitreihe], zaman içeriğinde [Zeitinhalt], zaman düzeninde [Zeitordnung] ve zaman timsalinde [Zeitinbegriff] birlik altında tutulurlar. Burada yine inanılmaz bir hamle vardır, Kant zamanı sadece nesne ve özne bağlamında düşünmez, üstüne bir de kavramlaştırma faaliyetini zamanla birlikte düşünür. Şematizm sayesinde artık zaman kavramlaştırılmış, kavram ise zamanlaştırılmıştır. Bu hamlenin sonucu olarak Kant, anlama yetisinin kategorilerine tabi klasik mantığın karşısına transandantal mantığı koyar. Yani, hissetme ile anlama yetilerinin irtibatlandırılması olmadan yapılan bütün bilgi ve nesne iddiaları, akıl yürütmeler yanılsamadan [Schein] ibarettir. Bambaşka bir ifadeyle, zamanın ardışıklığında imkan bulan aritmetik, nesnenin tesisinde nesneye zerk edilmediği müddetçe bilgi falan değildir, istediğimiz kadar mantıksal geçerli argümanlar kuralım.
1781 yılından sonra köprünün altından çok sular aktı; 1807’de Hegel, nesnenin ve öznenin tesisinde zamanın yanına tarihi ve kendilik bilincine efendilik [Herrschaft] uşaklık [Knechtschaft] diyalektiğini ekleyerek ele aldı; her ne kadar emeği örtükçe Hegel’de de görsek Marx açıkça 1867 yılında emeği özne-nesne-zaman ilişkisine ekledi. Mesela Marx Kapital’de bir saatin nasıl yapıldığını şöyle anlatır:
“Başlangıçta Nurembergli bir zanaatçının bireysel eseri olan saat, çok büyük sayıda parça-işçisinin toplumsal bir ürünü olmuştur: Zemberek yapımcıları, kadran yapımcıları, [Marx daha bir sürü parça üreticisini sayar], balans çarkı yapımcısı, [Marx sayar da sayar], kakmacı, oymacı, [Marx saymaya devam eder], polisseur de boîte, vb. vb., ve en sonu bütün saati bir araya getirip çalıştıran usta.”[1]
Kant’tan sonra artık bir saat nesnesinin içindeki her parça için farklı iş kolları gelişmeye başlamış, ancak hepsinin bir araya getirilmesiyle saat nesnesi tesis edilir hale gelmiş. Ve buradan bütünün bilgisini bilmeden parçasını üreten insanın ürettiği nesnesine yabancılaşması tartışması filizlenmiş. Gel zaman git zaman kendilik bilinci, emek, efendi-uşak, yabancılaşma falan derken daha sonra zamanı ölümle ele alanlar çıkmış, biyolojiyle irtibatlı düşünenler çıkmış, bilinçaltıyla ilişkilendirenler çıkmış, sinemayla birlikte düşünenler çıkmış, çıkmış da çıkmış mübarek. Kısacası, Kant’ın zaman hakkında yaptığı felsefi kombinezondan sonra, sayısız filozof Kant’ın ruhuna sadık kalarak zaman üstüne düşünmeye devam etmiş. Anlaşılan o ki, Kant adeta Saatleri Ayarlama Enstitüsü müdürü olarak Königisberg’in saatini ayarlamakla kalmamış, meğerse bütün Avrupa’nın saatini de ayarlamış. Peki ya İstanbul, İstanbul’un saati?
1781 yılında SAE basıldığında İstanbul’un saati antik dünyadan devralınan ve İslam kültür havzasında yeniden şekillendirilen klasik kozmoloji ve kozmogoninin etkisi altındaydı. Hatta bu etkinin 20. yüzyılın ilk yarısında da güçlü bir şekilde devam ettiğini söyleyebiliriz. İstanbul saatini, müneccimlere göre oluştururdu. Müneccimlerin görevi yıldızların belli zamanlardaki konumlarının çizelgesini çıkartmak, yani zayirçe hazırlamak ve müneccimler bu çizelgelere bakarak bir taraftan kozmolojik zaman döngülerine göre insan yaşamındaki düğün, doğum, ölüm gibi ilişkileri organize etmekle, diğer taraftan ise mimari yapılardan tutun da devletin sefere çıkacağı en uygun saatin hesaplanması olan eşref saatini hesaplamakla mükelleftiler. Müneccimler astronomi (ilm-i hey’et ya da ilm-i felek) ile astroloji (ilm-i nücûm) bilgi düzeylerini eş ve bütün olarak gördüklerinden kainatın işleyişi insanı doğrudan etkiler. Bununla birlikte namaz saatleri ve mübarek aylar gibi kutsal zaman anlarını hesaplamak da bu genel düşünce yapısının içinde düşünülür. Yıllar yılları kovalar, kültür dünyamız başımıza yıkılır. 16 Mayıs 1921’de Ahmet Haşim meseleyi görür, Dergâh Dergisi’nde ‘Müslüman Saati’ni kaleme alır ve şunları der:
“İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. ‘Saat’ten kastımız, zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır.”[2]
Devamında:
“Giden saatler babalarımızın öldüğü annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi.”[3] [Yani eşref saatleri…]
Haşim’e göre İstanbul’un saatini birisi kurmamış. Hayatın akışı yavaşça İstanbul’un saatini istila ederek onu başka türlü ayarlamaya maruz bırakmış. Fakat daha sonra hayatın ayarlaması kabul görmüş ki, bu defa da saatlerin ayarlanmasının yavaşlığından dem vurulmaya başlanmış ve bunu hızlandırmak adına Saatleri Ayarlama Enstitüsü -Enstitünün müdürü Halit Ayarcı bu yapıyı SAE olarak kısaltır[4], fakat daha önce SAE olarak kısaltma kullanıldığından bu enstitü “bizim SAE” olarak kısaltılacaktır- kurulmuş. Enstitü kurulurken Hayri İrdal’ın tanık olduklarını açık yüreklilikle anlattığı kaynak eseri merkeze alıp, biraz da bizim SAE’nin nasıl kurulduğuna bakalım.
Hayri İrdal, İstanbul’un dışında bugünkü Türkiye coğrafyasında otuz iki saat kulesi inşa ettirmiş II. Abdülhamit Dönemi[5]’nde doğmuş, meşrutiyeti ve cumhuriyeti görmüş bizim SAE’nin müdür yardımcısıdır. Müdür yardımcısı olmadan önce Hayri, İspritizmacılar Kulubü muhasibidir. Hayri İspritizma Cemiyeti’ni içeriden bilen biri olarak burayı şöyle tarif eder:
“Böyle cemiyetler, daha ziyade beraberce yalan söylenip, beraberce aldanıp hoşça vakit geçirmek isteyen insanların işidir.”[6]
Hayri için ortaklaşa bir yalana inanmak hiç sorun değildir, bunu gençlik yıllarında zaten gaiple irtibat kuran Seyit Lûtfullah’la beraber Kayser Andronikos’un hazinesini bulmada deneyimlemişti. Hatta Seyit Lûtfullah’ın gaipler dünyasıyla münasebetine pek ikna olmamakla birlikte, ya çıkarsa umuduyla son derece pozitivist Aristidi Efendi de ortaklaşa yalana dahil olmuştu, böylece üç kişi için Kayser Andronikos’un hazinesi gerçeklik halini almıştı.[7] Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinin hemen ardından yaşanan siyasi çalkantı esnasında Seyit Lûtfullah kendisini mehdi ilan eder, paçayı kurtarmak için bu ortaklaşa yalan sözleşmesini Hayri derhal bozar. Bir anda Seyit Lûtfullah Sinop’a yollanır ve meğerse esrarkeş bir meczup olduğunu idrak eder, Hayri.[8] Hayri ortaklaşılan yalana inanmasına inanır da ortaklaşılacak yalanı üretmeyi bizim SAE müdürü Halit Ayarcı’dan öğrenir. Bir gün bizim SAE’ye belediye başkanından da kudretli salâhiyet zat iştirak eder ve ansızın bizim SAE müdürü bu zata, Hayri Bey’in Ahmet Zamanî Efendi hakkında kitap yazdığını söyler.[9] Ama böyle bir durum gerçekte yoktur ve Hayri İrdal da salâhiyet zatla birlikte orada kitap yazdığını öğrenir. Öyle ya da böyle yine de kitap Şeyh Ahmet Zamanî’nin Hayatı ve Eseri adıyla çıkar. Bu kitabın yazılmasındaki temel amaç başta İstanbul’un sonra bütün Türkiye’nin saatini ayarlamaya baş koymuş bizim SAE’nin tarihsel arka planını oluşturmak ve zaman üstüne düşünen geçmişten gelen büyük bir geleneğin devamı olduğumuzu göstermekti. Sanırım Hayri İrdal bu kitabı yazarken bizim SAE müdürünün gerçeklik tanımına sadık kaldı, Halit Ayarcı’ya göre gerçeklik:
“Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir mânası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilâkis yolundan alıkor seni. Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi görmek… Yani bozguncu olmak… Evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar.”[10]
Halit Ayarcı’nın bu gerçeklik tanımı ile İspritizma Cemiyeti’ndeki ortaklaşılan yalanların ya da bitirim üçlünün hazine etrafında kurguladığı yalanının üretilmesi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü kitap çıktından sonra gelecek eleştirilerden tedirgin olan Hayri’ye açıkça şunları der, Halit:
“Aziz Hayri İrdal, sevgili dostum, göreceksin ki bu kitap çok sevilecek. Siz yalan diye bir şey mevcuttur, sanıyorsunuz. Hayır, yalan yoktur. Böyle meselede yalan olamaz. Ahmet Zamanî bugün için yalan olamaz, bilâkis hakikatin ta kendisi olur. Ne vakit yalan olurdu, bilir misiniz, hem de korkunç bir yalan? Eğer hakikaten bizim kendisine yüklediğimiz fikirlerle yazdığını söylediğimiz eserlerle on yedinci asır sonunda yaşasaydı, işte o zaman yalan olurdu.”[11]
Aslında bakılırsa bizim SAE müdürünün ne yapmak istediği ortada. Yepyeni bir zaman algısı Batı Avrupa’da filizlenmiş, bu fikir toprakta kök salarken, dünyaya bakış istisnasız her anlamda değişirken bizim SAE aradaki açığı kapatmak için kendi geleneğinden uydurduğu birisine tutunmak istemiş. Bunu yaparken de değişen zamanın aslında ne olduğunu tam anlamıyla idrak ettiği söylenemez. Ama yine de “Biz de zaman üstüne düşünüyoruz”u, göstermek, ortaklaşılan yalanla kısa yoldan modern zaman düşüncesini İstanbul’a taşımak istemiş, bizim SAE. Olmamış. Ama hayat yine de yavaş yavaş İstanbul’un saatini değiştirmeye devam etmiş.
Velhasılıkelam… Rivayetin, felsefenin, satranç teriminin, kültür tarihinin, edebiyatın birbirine girdiği bu ucube blog yazısını asıl yazma sebebim şudur: Bugün biyolojide, fizikte, sanatta, siyasette, yapay öğrenmede/zekada, kısacası her şeyde çok büyük değişiklikler olmaktadır. Dünya saati zembereğinin gerginliği tekrar yumuşamaya başladı, zembereği sıkmak gerek, zamanı yeniden düşünmek gerek. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken ortaklaşılan yalanlardan uzak durarak, kendimizi kandırmayarak, çağın gerçekliği ve ihtiyaçlarıyla yüzleşmekten korkmayarak Türkçede felsefeyi geliştirmek dileğiyle…
Kaynakça:
Haşim, Ahmet (2021). Gurebâhâne-i Laklakan, Kapı Yayınları, İstanbul.
Marx, Karl (2004). Kapital Birinci Cilt, Sol Yayınları, çev. Alaattin Bilgi, Ankara.
Kant, Immanuel (1974). Kritik der reinen Vernunft Band III/IV, Suhrkamp Taschenbuch Verlag, Frankfurt.
Tanpınar, Ahmet Hamdi (2017). Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları, İstanbul.
Halaç, Hicran ve Sibel İlhan. “Kentsel İmge Olarak Saat Kuleleri; II. Abdülhamit Han Dönemi Saat Kulelerinin İstanbul Dışı Türkiye Coğrafyasında Dağılımları ve Bir Tipoloji Denemesi”. Humanities Sciences 9, sy. 4 (Ekim 2014): 190-200.
[1] Karl Marx, Kapital Birinci Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, 2004, s.301-2.
[2] Ahmet Haşim, Gurebâhâne-i Laklakani, Kapı Yayınları, 2021, s.21.
[3] A.g.e. s.22.
[4] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları, 2017, s.323.
[5] Hicran Halaç; Sibel İlhan, Kentsel İmge Olarak Saat Kuleleri; II. Abdülhamit Han Dönemi Saat Kulelerinin İstanbul Dışı Türkiye Coğrafyasında Dağılımları ve Bir Tipoloji Denenesi, Humanities Sciences 9, sy. 4, Ekim 2014, s.190-200.
[6] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları, 2017, s.155.
[7] A.g.e. s.43.
[8] A.g.e. s.71-3.
[9] A.g.e. s.269.
[10] A.g.e. s.225-6.
[11] A.g.e. s.303-4.