Yazar: Mehmet Barış Albayrak
1755 yılında gerçekleşen Lizbon Depremi, aldığı nice canlar dışında, Avrupa’nın sosyal ve kültürel yaşamını da baştan sona etkilemiştir. Deprem, Azizler Günü’nde gerçekleşmiş ve Katolik şehrin kiliselerinin çoğu yıkılmıştır. Depremden sonra, doğal afetlerden sonra çoğu zaman olduğu gibi karşı mezhepler bunu “Tanrı’nın Gazabı” olarak yorumlamıştır. Ama bu sefer durum biraz farklıdır, çünkü ölenlerin çoğu, genelevlerin yer aldığı şehrin kenar mahallelerinden değil, bizzat kilise bölgelerindendir. (Daha sonra bunun nedeninin, kiliselerin yumuşak zemine, genelevlerin olduğu bölgelerin sağlam zemine yapılmış olduğu ortaya çıkacaktır.)
Bu nedenle, Tanrı’nın inayeti ve merhameti anlayışının yanısıra, özellikle Leibniz’in teodise’si ve “mümkün dünyaların en iyisi” teorisi geniş çaplı bir sorgulamanın konusu olmuştur. Bu bağlamda özellikle Rousseau ve Voltaire’in eleştirileri iyi bilinir. Voltaire’in her zamanki iğneleyici üslubuyla kaleme aldığı “Lizbon Depremi” adlı bir şiiri bile vardır.
Diğer taraftan Lizbon Depremi dendiğinde Kant hemen akla gelmez. Oysa Kant’ın doğrudan depremle ilgili üç makalesi vardır. Hatta bana sorarsanız, Kant’ı dogmatik uykusundan uyandıran temel etmenlerden biri, kendi ifadesiyle yalnızca Hume değil, aynı zamanda genç yaşta deneyimlediği Lizbon Depremi’dir.[1]
Kant’ın bu makalelerini ülkemizdeki depremlerden sonra hatırlayıp incelemek istediğimde, şaşırtıcı biçimde üçünün de yakın zamanda Türkçeye çevrildiğini gördüm.[2] 2022 yılında yayımlanan ve acı bir kehanet belgesi gibi duran bu çeviride, yalnızca Kant’ın düşünsel dönüşümüne değil, o zamanki tartışmaların güncelliğine de tanık oluyoruz.
Şöyle diyor Kant bir paragrafta:
Son yıkıma maruz kalan bu kadar çok zavallı insanı görmenin, insanî duygularımızı uyandırması ve bu insanların böylesi bir zalimlikle başlarına gelen bu talihsizliği bir ölçüde hissetmemizi sağlaması gerekiyor. Fakat böylesi bir kaderi her zaman kötü edimlerinden dolayı yıkılan şehirlerin başına bela olan verilmiş bir ceza olarak ve bu talihsizleri de Tanrı’nın adaletinin bütün gazabını üzerlerine boşalttığı intikamının hedefi olarak görürsek buna çok ters düşeriz. Bu türden bir yargılama, kendine kutsal kararların arkasındaki niyeti anlama ve onları kendi kanılarına göre yorumlama yeteneği atfeden, suçlanacak bir münasebetsizliktir.[3]
O sıralar henüz 32 yaşında olan Kant’ın düşüncesinde önemli değişiklikler olacağının işaretlerini bu satırlarda okumaya başlıyoruz. Bilindiği üzere Kant, eleştirel felsefesini ortaya koymadan önceki metinlerinde, özellikle Leibniz’in etkisi altında, doğa bilimlerinin empirik verisi ile teoloji arasında bir bağ kurmaya çalışır. Leibniz’in “mümkün dünyaların en iyisi” tezi, dünyadaki her şeyin ve olayın, kötülük ya da doğal afetler de olmak üzere, optimum bir denge için gerekli olduğunu savunur. “En iyi dünya” bu anlamda iyiliklerle dolu bir dünyadan ziyade “en dengeli dünya” anlamına gelir. Bu nedenle doğal olaylar, afetler dahil olmak üzere, belirli bir zorunluluk taşır. Leibniz’in bu teodisesi, doğa zorunluluğunu, bilimsel mekanik açıklamayı ilahi plan ile birleştirmek için uygundur. Olan biten şeylerin görünür nedeni bize anlamsız gelebilir, ama tüm neden-sonuç bağlamını Tanrı’nın gözünden görebilsek her şey yerli yerine oturabilir. Başka bir deyişle doğadaki tek tek ve belirli bir bağlama kadar olaylar Galileo ve Newtoncu bir matematikleştirmeyle açıklanabilir, ama doğanın tümü söz konusu olduğunda, bu matematiğin akıllı bir yaratıcı Tanrı tarafından tasarlandığının kabul edilmesi gerekir.
İşte eleştirel felsefe öncesi Kant da bunu savunur: Doğanın mekanikliği ve matematiği arkasında akıllı bir tasarımcı olmalıdır. Ama yukarıda alıntıladığım paragrafta Kant bu görüşünü terk edeceğinin işaretlerini verir. Paragrafın sonlarındaki vurgu, Tanrı’nın niyetlerini bilemeyeceğimizdir. Bu nedenle örneğin Lizbon Depremi’nin Tanrı’nın bir gazabı olarak nitelemek dalkavukluktan başka bir şey değildir. Dahası, Kant, insanın Tanrı’nın niyetlerini bilme iddiasını, büyük bir kibir olarak görür.
Yine deprem makalesinden uzun ama önemli bir paragraf alıntılayayım:
İnsan öylesine dik kafalıdır ki sanki dünyayı yönetmek için gerekli tedbirleri tertiplerken Tanrı’nın sadece onu dikkate alması gerekiyormuş gibi, kendini Tanrı’nın etkinliklerinin nesnesi olarak görür. … Genel olarak doğadaki kusursuzluğun kurallarına yersiz gözüyle bakılır ve her şey salt bizimle bağlantılıymış gibi görülür. İnsanlar, dünyada rahatlık ve keyif sağlayan her şeyin orada yalnızca kendi hatırı için var olması gerektiğini ve sözüm ona doğanın, bizi cezalandırmak, tehdit etmek veya bizden intikam almak dışında, insanlığın rahatını bozacak hiçbir değişikliğe girişmeyeceğini hayal ederler.
Oysa sonsuz sayıdaki kötülük yapanların huzur içinde uyuduklarını, eski çağlardan beri eski ve yeni yerleşimcilerine toptan bir kayıtsızlıkla depremlerin belirli şehirleri paramparça ettiklerini, öyle ki Peru’nun Hıristiyan kısmının neredeyse Hıristiyan olmayan kısmı kadar sallandığını ve yıkılan diğer şehirlerden daha az cezalandırılması gerektiğini varsayamayacağımız pek çok şehrin başlangıçtan beri bu yıkımdan esirgendiğini görüyoruz.[4]
İnsanın başına gelen doğal afetleri Tanrı’nın bir planı olarak görmek, insanın kendini Tanrı sanmasından başka bir şey değildir, başka bir deyişle bu bir tür “Tanrı kompleksidir”, yani insanın kendini Tanrı yerine koymaya yeltendiği korkunç bir narsisizmdir. Kant burada açıkça antropormifizm ve insanmerkezcilik eleştirisi yapar. Doğada olup bitenleri bizimle ilgili sanmak ahmakça bir kibirden başka bir şey değildir.
Bununla ilgili olarak Kant, günümüzde sık sık gündeme gelen “deprem değil çürük bina öldürür” ifadesini hatırlatan bir üslupla, aynı zamanda günümüzde Antroposen Çağı olarak nitelediğimiz doğayı tahakküm altına alma sürecine karşı da uyarır:
Zaman zaman Dünya’da depremlerin meydana gelmesinin gerekli, fakat buralara şatafatlı binalar dikmenin bizim açımızdan gereksiz olduğu sonucuna varmak daha doğru olmayacak mıdır? Peru yerlileri yalnızca alçak bir yüksekliğe kadar çamurdan, geri kalan kısmı ise kamıştan yapılmış evlerde yaşıyorlar. İnsan, doğaya uyum sağlamayı öğrenmelidir, oysa o, doğadan kendisine uyum sağlamasını istemektedir.[5]
Kant, Lizbon Depremi’yle ilgili yazdığı üç makalede de, teleolojik ve teolojik bir açıklama, yani genel bir amaçlılık ve bu amaçlılığın bağlanabileceği ilahi bir akıl temelinde bir açıklamayı dışlar. Tüm doğayı ilahi bir aklın amaçlı eseri olarak görme hakkını kendimizde bulduğumuzda, tüm bilgimizin ve ahlaki eylemlerimizin temelini bu akılda aramak zorunda kalırız. Kant’ın eleştirel felsefesine kadar yakın olduğu görüş aslında budur. Ancak depremin de etkisiyle, insan bilgisi ile ilahi akıl arasına bir sınır çeker. Bu sınırlandırma, sanılanın aksine insanın sorumluluğunu artırır. Ne de olsa insan, tam da hem bilgi hem eylem olarak sınırlı-ölümlü bir varlık olduğunun farkında olduğu için, dahası akıl sahibi bir varlık olduğu için kendi tutum ve davranışlarından sorumludur. İnsan, kendi tutum ve davranışlarını sınayacak akla sahip olduğundan özgürlüğe yetkindir: İnsanı deyim yerindeyse özgür bir varlık olmaya, kendi eylemlerinden sorumlu olmaya mecbur kılan şey, kendisini Tanrı’nın biricik varlığı olmadığının, doğanın efendisi olmadığının farkına varmasıdır.
Işık, nasıl ancak taşa çarptığında, bir anlamda sınırlandırıldığında ışık olarak görünür olup kendi esasını açığa çıkarıyorsa, insanın kendi esası da ancak kendi sınırlılılığını-sonluluğunu kabul ederek ortaya çıkar. Sonluluğun bu kabulü onu doğanın bir parçası yapar ve akıl kavramının anlamı da burada sahici bir biçimde ortaya çıkar: Akıl sahibi bir varlık olarak insan, kendinden ve doğadan sorumludur. Doğada olan biten doğrudan insanla ilgili değildir, doğa insana karşı kayıtsızdır, ama insan, içinde yaşadığı gezegenden sorumludur çünkü insan kendi içinde yaşadığı dünyayı doğrudan etkileme gücüne sahiptir.
Kant, sanıldığının aksine olumsuz anlamda insanmerkezci bir filozof değildir. Yani hiçbir zaman insanı doğanın merkezine koymamıştır. Aksine insan doğayla her zaman mütevazi bir ilişki içinde olmalıdır:
Gök gürültüsünü zararsız kılmayı amaçlayan modern zamanların Prometheus’u Bay Franklin’den Vulcan’ın demir ocağındaki ateşi söndürmeyi amaçlayan insana kadar böylesi bütün gayretler, insanlığın doğayla oldukça alçakgönüllü bir bağlantı içindeki cesaretinin kanıtlarıdır ve bunlar nihai olarak onu tam da başlaması gereken yer olan, hiçbir zaman bir insandan daha fazla bir şey olmadığı gerçeğini {gösteren} mütevazı bir hatırlatmaya götürür.[6]
Özetle Lizbon Depremi’nin ardından Kant’ta şu radikal düşünce değişikliği gerçekleşmiştir: Tanrı’nın işine aklımız ermez. Bu, yeryüzünde gerçekleşen olayları ona bağlayamayacağımız anlamına da gelir. Bu nedenle insan, her şeyden önce kendi işine, kendi eylemlerine bakmalıdır. Kendi sonluluğuyla barışacak akıl sahibi bir insan, hayatını buna göre düzenlemeli, başkalarıyla ortak sürdürdüğü hayatının sorumluluğunu eline almalıdır. İnsan, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi değildir. Tersine, insan doğayla ve kainatla alçakgönüllü bir ilişki kurmalıdır.
O halde Kant’ın Lizbon Depremi üzerine yazdığı bir makaleden alıntıyla bitirelim:
İnsan, bu gösteriş sahnesinde hiç yok olmayacak meskenler kurmak üzere doğmadı![7]
[1] Bu konuda kısa ama özlü bir araştırma için bkz. “The Lisbon earthquake and the scientific turn in Kant’s Philosophy,” Sven Erik Larsen, European Review, Vol. 14, No. 3, s. 359-367.
[2] https://beytulhikme.org/?mod=makale_tr_ozet&makale_id=65651. Çev: Metin Topuz, Ahmet Selim Tümkaya.
[3] A.g.e. 865.
[4] A.g.e. 865.
[5] A.g.e. 861.
[6] A.g.e. 875.
[7] A.g.e. 865.