03.10.2022

Konferansa katkı sağlayacak konuşmacıların isimleri, konuşma başlıkları ve özetleri alfabetik olarak aşağıda sunulmuştur.

Aliye Karabük Kovanlıkaya (GSÜ) – Temsil ve Bilinç Arasında: Bilme Dereceleri ve Emin Olma Tarzları

  • Özet: Kant’ın imkanını ve menzilini Kritik der reinen Vernunft’ta belirlediği insan müdrikesinin ayırt edici özelliği bir görüleme yetisi olmamasıdır. Ona kalan kavramlarla iş görmektir. Bu ise müdrikenin bir düşünme yetisi olmasının, dolayısıyla kendiliğindenliğinin yolunu açar. Müdrikenin kavramlarla görebileceği tek iş hüküm vermektir. Başka düşünme faaliyetlerine temel teşkil eden idrakin hükme tabi kılınmasıyla tüm düşünme faaliyeti hüküm vermeye indirgenir. Buna göre, hem söz konusu eser hem de Kant’ın bu eserde çerçevesini çizip omurgasını oluşturduğu düşünce sisteminin bütününe bir hüküm öğretisi gözüyle bakılabilir. Kant’a göre kavram mütekabiline ancak görü vasıtasıyla raptolabileceğinden ve kavramla ancak hüküm verilebileceğinden, hüküm öncelikle temsilin temsilidir. Buradaki önemli nokta ne hükmün temsili olduğu temsilin ne de temsilin temsili olarak hükmün birbirine önceliğinin olmasıdır. Herhangi bir mütekabili kendimize temsil etmenin şartı kendi bilincimizin temsili olarak “Düşünüyorum”un ona eşlik etmesidir. Buna bağlı olarak, bilinç ve temsil daima beraberce kaimdir. Tıpkı temsilin bilinci olmayan yani temsilî olmayan bir bilinç mümkün olmadığı gibi bir bilince nispetsiz temsil de olamaz. Dolayısıyla Kant’ın çizdiği çerçevede bilinç düşünsel, düşünme hükmî, hüküm temsilî olduğundan bilinç-hüküm-temsil hep el eledir: Bilinç mütekabilini hükmen temsil eder.
    Bununla birlikte Kant bunlar arasında çeşitli açılardan farklar gözetir. Hükümdeki öznel cihet bilinç, nesnel cihet mütekabille rabıtası zemininde temsildir. Bu fark Kant’ın bilginin mantıksal mükemmelliğiyle ilgili açıklamalarında da karşılığını bulur. Burada, bilgiye dört ana hüküm formu gözetilerek atfedilen farklı mükemmelliklerden ikisini; bilginin (Erkenntnis) nitelik bakımından haiz olduğu seçiklik (Deutlichkeit) ile modalite bakımından kesinlik (Gewißheit) taşıyıp taşımamasını Kant’ın mantık dersi notlarını dikkate alarak incelemeyi ve bu ayrımın Kritik’teki sonuçlarını ortaya çıkarmayı amaçlıyoruz. Seçikliğin bilgiye, yani, bilincin Kant’a göre hükmî olması zorunluluğu zemininde hükme, hükmün olduğu temsil bakımından değil temsili ettiği temsil bakımından atfedildiğini, buna bağlı olarak her temsilin şu veya bu derecede seçik olduğunu, dolayısıyla temsiller arasında seçiklik bakımından gözetilen farkların derece farkı olduğunu önce süreceğiz. Buna karşılık bilginin modalite bakımından mükemmelliğinin hükmün içerdiği temsile değil olduğu temsile rabtolduğunu, üç modaliteye denk düşen üç tür doğru addetme (Fürwahrhalten) arasındaki farkların, yani zannetme (Meinung), inanma (Glauben) ve emin/kesin bilme (Wissen) arasındaki farkların derece farkı olmadığını belirterek, bilginin seçikliği ile kesinliği arasındaki bilinç-hüküm-temsil çizgisine bağlı bu göreli bağımsızlığın sonuçlarını  sorgulayacağız.

Çağlar Çömez (BOUN & Halle) – Pratik Aklın Eleştirisi’nden Ahlakın Metafiziği’ne Hukuk

  • Özet: Immanuel Kant, ahlak felsefesinde kaleme aldığı ilk temel eser olan Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi (Grundlegung zur Metaphysik der Sitten) metninde, kategorik imperatifin (der kategorische Imperativ) ahlakın temel ilkesi olduğunu iddia etmiş ve bu ilkeyi deneyimden kaynaklanan hiçbir veriye başvurmaksızın gerekçelendirdiğini öne sürmüştür. Kant’ın ahlak felsefesinde ikinci temel eseri olarak anılan Pratik Aklın Eleştirisi; Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlük kavramlarını Saf Aklın Eleştirisi’nin ortaya koyduğu teorik perspektiften oldukça farklı olan pratik bir bakış açısıyla ahlak felsefesinin içine dahil ederek Temellendirme’nin ahlak felsefesini ele aldığı sınırları genişletmiştir. Aynı zamanda, Pratik Aklın Eleştirisi’nde, Temellendirme’de bulunmayan bir kavram olan “aklın olgusu” (Faktum der Vernunft) önemli bir epistemolojik işlevi yerine getirmektedir. İki eser arasında bulunan tüm bu farklılıklara rağmen, Temellendirme ve Pratik Aklın Eleştirisi, kategorik imperatifin ahlakın temel a priori ilkesi olması hususunda birleşmekte ve her iki eser arasında bir devamlılık bulunmaktadır. Bu anlamda, bu iki eserin Kant’ın ahlak felsefesinin genel çerçevesini oluşturduğu düşünülebilir. Bu sunumda, genel olarak, Kant’ın hayatının sonlarına doğru yayınlanan Ahlakın Metafiziği eserinin, Temellendirme ve Pratik Aklın Eleştirisi metinlerinde geliştirdiği ahlak kuramı ile ne derecede devamlılık arz edip bu kurama bağlı olduğu sorunu tartışılacaktır.
    Ahlakın Metafiziği, iki bölümden oluşmaktadır. Hukuk Öğretisi (Rechtslehre), Kant’ın hukuk ile ilgili düşüncelerini sistematik bir şekilde dile getirdiği ilk bölümü; etik ve erdem kuramını içeren Erdem Öğretisi (Tugendlehre) ise, ikinci bölümü oluşturmaktadır. Bu sunumda, yukarıda bahsedilen genel sorun yalnızca Kant’ın hukuk kuramı bağlamında ele alınacaktır. Jürgen Habermas, Paul Guyer ve Bernd Ludwig gibi araştırmacılar, Kant’ın Ahlakın Metafiziği eserinde geliştirdiği hukuk kuramının Temellendirme ve Pratik Aklın Eleştirisi’ndeki ahlak kuramını varsaydığını ve onunla devamlılık gösterdiğini düşünmektedir. Thomas Pogge ve Marcus Willaschek gibi araştırmacılar ise, Hukuk Öğretisi’nin böyle bir varsayımı olmadığını iddia etmektedir. Öte yanda, ilgili literatürde, Temellendirme ve Pratik Aklın Eleştirisi’nde geliştirilen genel ahlak kuramıyla Hukuk Öğretisi arasındaki ilişkinin bu iki görüşün yansıtmakta yetersiz kaldığı ölçüde karmaşık olduğunu savunan Sorin Baiasu gibi araştırmacılar da bulunmaktadır. Bu sunumda, bu ilişkinin gerçekten de bahsi geçen iki görüş ile kavranamayacak kadar karmaşık olduğu varsayılarak bu ilişki bazı önemli açılardan incelenecektir. Odaklanılacak temel kavram, Kant’ın Hukuk Öğretisi’nde kullandığı “ahlaki kişilik” (moralische Persönlichkeit) olacaktır

Çetin Türkyılmaz (Hacettepe Üniversitesi) – İmgelem Yetisinin Üçüncü Kritikteki Yeri: Birinci Kritikle Bir Karşılaştırma

  • Özet: Bilindiği gibi, Kant’ın felsefesinde imgelem yetisi (Einbildungskraft) çok önemli bir yer tutar. Gerek birinci kritikte gerekse de üçüncü kritikte Kant, yetilerin birbirleriyle olan ilişkisinde, imgelem yetisine merkezi rollerden birsini verir. Yargıgücünün Eleştirisi’nde beğeni yargılarının oluşturulmasında ve güzelin deneyiminde anlama yetisi (Verstand) ile imgelem yetisinin özgür oyunu belirleyicidir. Aynı şekilde yüce kavramı (Erhabene) ele alınırken imgelem yetisi ile akıl arasındaki uyumsuzluğa dikkat çeker. Dolayısıyla burada da imgelem yetisi belirleyicidir. İmgelem yetisinin sınırsıza doğru açılması ile anlama yetisinin sınır koyma çabası arasındaki ilişki ve bunların duyusal / duyumsal olanla bağlantısı bizi bu kavram üzerine yeniden düşünmeye sevk ediyor çünkü Saf Aklın Eleştisi’nden de bildiğimiz gibi, imgelem yetisinin duyusallığın saf formu olan zamanla doğrudan bir ilişkisi var. Zaman formuyla olan bağlantısının sunduğu çerçeveyi estetik alanda ve özellikle de Kant’ın sanat biçimlerini ele aldığı bağlamda sanat yapıtı-imgelem yetisi-zaman ilişkisi açısından ele alacağız. Amacımız, örneğin, müzik gibi bir sanat biçiminde imgelem yetisi ile zamanın (ve ilişkili kavramlar olarak hafızanın, beklentinin vs) ilişkisini gösterebilmek. Bu araştırma Fenomenoloji geleneğinin çeşitli görüşleriyle de karşılaştırma yapmamıza olanak sağlayacak. Bu nedenle bu konuşmanın merkezinde Yargıgücünün Eleştirisi olsa da, birinci kritiğe de bağlam gereği başvuracağız. Konuşmanın ana eksenini ise, yukarıda da dediğimiz gibi, imgelem yetisi ile zaman ilişkisi oluşturacak.   

Dilek Hüseyinzadegan (Emory Üniversitesi) – Kant’ın Siyaset Felsefesini Nasıl Bilirsiniz? Coğrafya ve Kader Üzerine

  • Özet: Bu konuşmada, Kant’ın siyaset felsefesinin bildiğimiz ve bilmediğimiz yönleriyle bir coğrafyadan diğerine nasıl göç ettiğini açıklamaya çalışacağım. Sonuç olarak Kant’ın ideal-olmayan insanbilim ve coğrafya teorilerinin de yardımıyla Kant’ın siyaset felsefesini nasıl bildiğimiz değil, nasıl kullandığımızın bulunduğumuz coğrafyaya göre farklılıklar gösterdiğini öne süreceğim.
    Son zamanlarda sık duyduğumuz “Coğrafya kaderdir” lafı, daha ziyade gelişmekte olan ülkeler de denilen Küresel Güney olarak tanımlayabileceğimiz yerler ve coğrafyalar için söyleniyor. İbn-i Haldun ve Ahmet Hamdi Tanpınar’a atfedilen bu düşünce, evrensel kozmopolit bir dünya düzeninin savunucusu olarak bildiğimiz Kant’ın siyaset felsefesinde de önemli bir yere sahip. Hayatı boyunca doğduğu şehir Königsberg’in dışına adımını bile atmamış olan Kant, evrensel perspektifinin geçerliliğini, Königsberg’in jeopolitik önemine bağlamıştır. Peki Königsberg’in (Prusya’nın, Avrupa’nın) siyasetteki jeopolitik önemi bugün nedir?

Elif Çetinkıran (Kırklareli Üniversitesi) – Pratik Akıl Mutluluk Sağlar mı?

  • Özet: Kant, aklın teorik ve pratik kullanışından bahseder. Teorik akıl “nesneleri nasıl bilebilirim?” sorusuyla uğraşırken, pratik akıl “nasıl doğru davranırım?” sorusuyla uğraşır. Bu yönüyle pratik akıl eylemlerimizle, eylem dünyamızla ilgilidir. Teorik aklın eleştirisiyle neyi bilebileceğimiz, neyi bilemeyeceğimiz açıkça gösterilmiştir. Pratik akıl eleştirisiyle de aklın faaliyetinin bir eylem için nasıl belirleyici olabileceği gösterilecektir. Akıl eylemlere ölçüt koyabilir mi? Akıl bizi doğru eylemlere götürebilir mi? Bu konuda akla güvenebilir miyiz? Bu sorulara Kant, “Pratik Aklın Eleştirisinde” adlı eserinde ele alıp inceler.
    Bu ayrımın benzerini antik çağda Aristoteles’in de yaptığını biliyoruz. Aristoteles, aklı insan ruhunun ayırt edici özelliği olarak ortaya koyduktan sonra aklı ikiye ayırmıştır: biri teorik diğeri pratik olmak üzere.  Teorik akıl, Aristoteles’e göre, başka türlüsü mümkün olamayacak olan şeylerle ilgilenirken, pratik akıl başka türlüsünün mümkün olduğu şeylerle, yani insanın eylem hayatıyla ilgilenir. İnsanın eylem hayatıyla ilgili olan pratik akıl, kendi erdemi olan “phronesis” (aklıbaşındalık) erdemi ile, kişileri erdemli olmaya ulaştırır. Erdemli olmak, Aristoteles’in en yüksek insansal iyi dediği mutluluk için gerekli/zorunlu bir koşuldur. Dolayısıyla, Aristoteles’in anlayışında pratik aklın amacı, tüm insanların ortak olarak ulaşmayı istedikleri mutluluğa kişilerin ulaşmalarını sağlamaktır.
    Peki Kant’a baktığımızda aynı şeyi söyleyebilmemiz mümkün müdür? Kant, pratik aklı kendi ahlak felsefesine konumlandırırken pratik akıl ile mutluluk kavramını ilişkilendirmiş midir? Mutluluk pratik aklın ulaşmayı istediği temel amaç, en yüksek iyi midir? Bu konuşmada Kant’ın pratik felsefesi temelinde mutluluk kavramına odaklanarak mutluluğun pratik akıl ile ilişkisi ortaya koyulmaya çalışılacaktır. 

Elif Çırakman (ODTÜ) – Teleolojik Yargının Ufkunda Kritiğin Sınırları

  • Özet: Kant’ın Yargı Yetisinin Eleştirisi hem bizde yaşam duygusu uyandıran güzele dair estetik yargıyı, hem de doğal yaşamı bir amaçlar sistemi olarak düşünmemize imkân tanıyan teleolojik yargıyı ele alır. Bu çalışmada doğal teleolojiyi Kant’ın kritik felsefesindeki yeri ve işlevi bakımından tartışmayı hedefliyorum. Bu amaç doğrultusunda Kant’ın Yargı Yetisinin Eleştirisi’nde yürüttüğü eleştirel soruşturmanın hedefinin ne olduğu sorgulayacağım. Birçok farklı şekilde betimlenmiş olsa da nihayetinde üçüncü Kritiğin hedefinin, saf aklın umuda dair ilgisi çerçevesinde değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Bu değerlendirmeyi destekleyen dayanağın, eserin “Teleolojik Yargının Metodolojisi” başlıklı son bölümünde bulunduğunu öne sürüyorum. Bu çerçevede Yargı Yetisinin Eleştirisi’inde yürütülen soruşturmanın hedefinin gerçekleştirilmesi için elzem bir rol oynayan teleolojik yargının, Kant’ın saf aklın temel ilgilerini soruşturan kritik projesinin “sınırını” ifşa ettiğini iddia ediyorum. Burada “sınır” fikrini açık kılmak için Kant’ın üç Kritiğini metodolojik bakımdan belirli bir düzene sokan “son” ve “sonluluk” fikirlerine başvuracağım. Bu fikirlerin aydınlattığı ufukta Kant’a göre asla teorik kesinlikte bilemeyeceğimiz, ancak ahlaki teleoloji ile analojik bir bağ içinde düşünebileceğimiz doğal teleolojinin ne şekilde ve ne ölçüde ahlaki ilerlemeye dair inanca ve daha iyi bir dünya umuduna imkân tanıdığını sorgulayacağım. Sonuç olarak Kant’ın kritik felsefesinde teleolojik yargının, söz konusu umudun ve inancın arka planında işleyen ve ufkunu aydınlatan bir dünya görüşü sunduğunu öne süreceğim.

Gamze Keskin (Kırklareli Üniversitesi) – Kant’ın Güzel Sanatlar Kavrayışına Bugün Yeniden Bakmak: Bir Güncelleme Denemesi

  • Özet: Kant’ın estetik ve sanatla ilgili görüşlerini en kapsamlı haliyle 3.Kritik olarak anılan Yargı Gücünün Eleştirisi adlı eserinde ele almıştır. Eser her ne kadar Estetik Yargı Gücünün Eleştirisi ve Teleolojik Yargı Gücünün Eleştirisi olarak iki ayrı kitaptan oluşmuş olarak içindekiler kısmında bölünse de estetik kısmının da içerdiği konular bakımından estetik ve sanat olarak bölümlendiği genel bir kabuldür. Sanat kısmında Kant, sanat kavramından ne anladığını, dehayı niteleyen özelliklerin neler olduğunu ve ortaya koyduğu eser olarak güzel sanatların hangi sınıflandırmaya tabi olabileceğini ve estetik idelerle ilişkisini ele alır. §51-Güzel Sanatların Bölümlenmesi Üzerine başlıklı bölümde güzel sanatları üç ana sınıfa ve çeşitli alt sınıflara ayırır. Bu bölümde düşmüş olduğu bir dipnotta, okuyucunun bu sınıflandırmayı nihai bir tablo olarak görmemesini, bunun hala denenebilecek ve denenmesi gereken birkaç deneyden yalnızca biri olduğunu (5:320) belirtir. Bu konuşma Kant’ın bu çağrısından yola çıkmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda günümüzde Kant’ın estetik ve sanat kavrayışının sınırlarını gözeterek güzel sanatlar tablosunun nasıl güncellenebileceği üzerine bir deneme girişiminde bulunulmaya çalışılacaktır.

Gökhan Savaş (İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi) – Kategorik Emrin Çağrısı: Adadan Ayrılırken Hüküm Vermek

  • Özet: Kant’ın transandantal felsefesinde ahlak ve hukuk arasındaki ilişki yorumlanırken, hukukun kaynağını ne oranda ahlaktan aldığına dair görüş farklılıkları bulunmaktadır. Bu bildiride, Kant’ın hukuk ve siyaset felsefesinin kaynağında ahlakın yer aldığı ve Eleştirel Dönem’in başından geç dönemin sonuna kadar teorik ve pratik felsefesinin birlik düşüncesi çerçevesinde, ilgili tüm kavramları birbirleriyle irtibatlandırılarak sistem haline getirdiği iddiası temellendirilecektir. Hukukun ahlakla ilişkisinin merkezinde kategorik emrin olduğu ve bir arada yaşama zemininin, bu emrin toplumsal bir tezahüre dönüştürülmesi sayesinde inşa edilebileceği gösterilecektir. Kant’ın nihai amaç olarak belirlediği insanların barış içinde adil bir dünya kurma idealinin gerçekleşmesi için, Saf Aklın Eleştirisi’nde tesis ettiği yapının Ahlak Metafiziğini Temellendirme’den Ahlak Metafiziği’ni tamamlamasına kadar, kuramsal arka plan ile eylem alanının tek bir doğrultuda bütünleşmesi gerektiği vurgusu izah edilecektir. Ahlak Metafiziği’nde verilen ada örneği üzerinden, kategorik emirle bağlantılı bir biçimde, hukuki yapının ahlaki zemini irdelenecektir. Ahlak yasası ile hukuk yasası arasında bir orta terim olarak temellendirilebilecek kategorik emrin, her iki alanla kurduğu bağın sağlamlığının tesisi için ayrıca Yargıgücünün Eleştirisi’nde değinilen evrensel çağrı [allgemeine Stimme], maneviyat [Geist], teleoloji ve tanrı bağlamıyla ele alınması ve hukukun ahlakla olan ilişkisinin gösterilmesinde ­Kant külliyatının bütüncül bir şekilde tasvir edilmesi gerektiği tartışılacaktır.

H. Bülent Gözkân (MSGSÜ) – Düşünme Yetisinin Yasa Koyduğu İki Egemenlik Alanı, Doğa ile Özgürlük Arasında Köprü Kurmak

  • Özet: Kant, Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi’nin sonunda “… akıl kendine, saf aklın nasıl pratik olabileceğini açıklamaya kalkışsaydı -ki bu, özgürlüğün nasıl olanaklı olduğunu açıklama meselesiyle tamamen aynı şeydir- işte o zaman bütün sınırlarını aşmış olurdu.” diye belirtirken, teorik felsefe ile pratik felsefenin birbirinden ayrılmasının, düşünme yetisinin yasa koyduğu iki egemenlik alanı olan doğa ile özgürlüğün birbirinden ayrılmasının önemini, sonuç olarak doğa ile kurulan bilişsel ilgiden farklı olarak, ahlâki olanın zemininde bir bilgi meselesi olmadığının önemini kuvvetle vurgulamış oluyordu. Bu demektir ki, ahlâklılığın zemini olması gereken özgürlük de bir bilgi meselesi değildir. Çünkü eğer özgürlük bir bilgi meselesi olsaydı ve dolayısıyla ahlâklılık, diyelim Platon’daki gibi bir bilgi meselesi olsaydı, insanın özerkliği elinden alınmış olurdu ve insan kendi dışındaki bir Varlığa (Tanrı, İdea, İyi, vb.) bağımlı hâle gelmiş olurdu, ayrıca tek Tanrılı dinlerin sebep olduğu sorunlu bir insan ve ahlâk anlayışına, yani ödül beklentisi ve ceza korkusunun egemen olduğu bir anlayışa yol açılmış olurdu. İnsan denen varlığın özerkliğinin, onun kendine koyduğu yasa yoluyla ahlâklılığının, saygınlığının, haysiyetinin, onurunun zemini ve koruyucusu olması da bu yüzdendir.
    Kant, Saf Aklın Eleştirisi ’nin Arkitektonik bölümünde, felsefeyi, “tüm bilginin insan aklının asli amaçlarıyla (wesentlichen zwecke) ilişkisinin bilimi” (B 867) olarak tanımladıktan sonra, insan aklının yasa koymasının (felsefe) iki nesnesi olduğunu, bunların doğa ve özgürlük olduğunu, dolayısıyla doğal yasayı da ahlak yasasını da başlangıçta iki ayrı sistem olarak içerdiğini, ama nihai olarak tek bir felsefi sistemi içereceğini (B 868) belirtiyordu.
    İşte tam da bu yüzden, bu iki egemenlik alanının farklı mahiyette olmaları, birinin bilgi nesnesinin olması (doğa), diğerinin olmaması (özgürlük) nihai bir amaç birliğine ulaşmak için aralarında bir köprü kurma arayışının gereğini ortaya çıkarıyordu.
    Kant, bu arayışı Yargı Gücünün Eleştirisi ’nin son derece önemli olan bir kısmında (Giriş, §2, 5:176) şöyle ifade ediyor: “Şimdi, her ne kadar duyusal olanın egemenlik alanı olarak doğa kavramı alanı ile, duyusal ötesi olanın  egemenlik alanı olan özgürlük kavramı alanı arasında hesap edilemez bir uçurum saptanmış olsa da; öyle ki, ilk alandan (aklın teorik kullanımı aracılığıyla) ikinciye hiçbir geçiş mümkün değildir, sanki farklı dünyalarmışçasına, ilkinin ikinci üzerinde hiçbir etkisi yokmuşçasına. Bununla birlikte, ikincinin ilkine etkisi olmalıdır, yani özgürlük kavramı, kendi yasaları tarafından buyurulanı, duyusal dünyadaki fiili gerçeğin (wirklichkeit) amacı (Zweck) kılmalıdır ve doğa o şekilde düşünülmelidir ki, onun yasalılığının formu, en azından özgürlüğün yasaları ile fiilen gerçek olabilecek amaçların olanağı ile uyumlu olabilsin.” Bu cümlenin devamında da, duyusal olanın zemininde olan duyusal ötesi ile özgürlük kavramının pratik olarak kapsadığı duyusal ötesi arasındaki birliğin bir zemini olmalıdır, diye ekliyor.
    Bilindiği gibi doğa kavramlarıyla özgürlük kavramı arasındaki dolayımı reflektif yargıgücü sağlar: “… bu da, saf teorik olandan saf pratik olana geçişi mümkün kılar; ilkine göre olan yasalılıktan ikinciye göre olan nihai amaca [Endzweck] geçiş doğanın amaçlılığı kavramında mümkün olur; çünkü böylelikle sadece doğada bilfiil olabilecek ve onun yasalarına göre bilfiil olabilecek nihai amacın imkânı bilinmiş olur.” Giriş §9, 5:196
    Reflektif yargıgücü aracılığıyla amaçlılık [Zweckmässigkeit] kavramı üzerinden uçurumu birbirine bağlayacak köprünün ilk momenti güzel ve yüce tecrübesi yoluyla, nihai amaç [Endzweck] ise insan varlığı, onun amaçlılığı ve ahlâklılık üzerinden kurulur. Öte yandan, birlik zemininin kurulması arayışında temel bir işlevi olan amaçlılık kavramı da, tıpkı özgürlük ideası gibi bir bilgi meselesi değildir.
    Şimdi Transandantal Felsefenin bu birlik zemini arayışında Tanrı ideasının yeri nedir?
    1. Kritik’te, sadece düzenleyici işlevi olan Tanrı ideası, 2. Kritik’te bir postulat, 3. Kritik’in teleoloji kısmında ise, reflektif yargıgücü itibariyle düzenleyici kullanım içinde kalsa da, yine de onu aşan bir kullanıma yükselmektedir.
    Bu konuşma, bu birlik zemini arayışında Tanrı ideasının 1. Kritik dışındaki kullanımlarının gerekliliğini/gereksizliğini tartışmaya açmaktadır.

Hakan Çörekçioğlu (Dokuz Eylül Üniversitesi) – Kant’ın Pratik Felsefesinin Politik Boyutu: (Pratik) Aklın Mahkemesi

  • Özet: Kant’ın teorik akıl eleştirisini açıklamak için kullandığı aklın mahkemesi metaforu pratik felsefesinde de karşımıza çıkar. Eleştirel akıl burada artık ahlaki eylemin kaynağı konusunda rasyonalist etik ile empirist etik arasındaki çatışmaları çözmeyi, daha da önemlisi rasyonalist etiğin sonucu olan ahlaki elitizm ile empirist etiğin sonucu olan ahlaki egoizmin eylem açısından yarattığı olumsuzlukları devre dışı bırakmayı hedefler. Bu meseleyi, Kant’ın politik eserleriyle sistematik bağlantısında ele aldığımızda aslında  her iki etik teorinin otonomi ve özgürlük açısından yarattığı politik sonuçların etkisiz hale getirilmeye çalışıldığını görürüz. Nitekim politik yazılarından hareket ettiğimizde Kant’ın, rasyonalist etikten türeyen politik elitizme ve fanatizme karşı politik eşitlikçiliği, empirist etikten türeyen politik muhafazarkarlığa karşı da politik özgürlüğü tesis etmeye çalıştığı açığa çıkar. Kant’ın paternalistik despotizm eleştirisi de bu bağlamda anlam kazanır.

Halise Avşar (İstanbul Üniversitesi) & Mehmet Arslan (Samsun Üniversitesi) – Saf Aklın Sınırları Dahilinde Matematik

  • Özet: Kant’ın Birinci KritiğiSaf Aklın Eleştirisi, kendisinden önceki metafizik anlayışlarla hesaplaşarak bilimsel bilgiye yönelik kuşatıcı bir dizge ortaya koymayı amaçlıyor olsa da aslında büyük ölçüde, -bilimsel olarak kabul edilebilecek- bilgimizin doğasına ve kaynağına ilişkin görüşleriyle Hume’un başlangıç noktası açısından haklı ancak eksik ve kısmen de yanlış olduğunu düşündüğü görüşü ortaya koyup tamamlamaya ilişkindir. Bu, kuşkusuz aynı zamanda metafiziğin bilim olarak da yanlış değerlendirilip konumlandırılmasıyla ilgilidir. Kant’ı Birinci Kritiği yazmaya iten bu yanlış değerlendirmeyi yeniden ele alıp incelemektir. Bu amaçla Hume’un radikal bir biçimde ateşe attığı metafizik ifadelere yer açmaktır.  Bu amacı gerçekleştirirken örnek aldığı bilimler ise matematik ve saf doğa bilimidir. Matematik bu noktada önem kazanır. Çünkü Kant için metafizik bilim olma iddiasında bulunacaksa, matematik ve saf doğa biliminde olduğu türden yargılar -sentetik a priori- ortaya koymalıdır. Dolayısıyla, bu iddia, matematikte ne türden yargılar var ve bu yargılar nasıl olanaklı olmaktadır gibi soruları cevaplamayı gerektirir. Birinci kritiğindeki izlencesini bu soruları yanıtlamaya uygun bir biçimde kurmuş olan Kant transendental estetik başlıklı bölümde matematik yargıların nasıl olanaklı olduğunu, temelinde bulunan saf görüler üzerinden açıklamaya çalışır.
    Bu bildiride Kant’ın matematik yargıların kurulumuna ilişkin bir serimleme yapılacak ve Kant’ın matematiğin yargıları hakkındaki görüşlerinin günümüzdeki geçerliliğini anlamak adına saf aklın sınırları dahilinde bu görüşler üzerine bir düşünüş gerçekleştirilecektir.

Harun Tepe (Hacettepe Üniversitesi) – Kant’ta Etiğin Temelleri ve Temellendirilmesi

  • Özet: Kant Pratik Aklın Eleştirisi ve Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi adlı yapıtlarında yeni bir etik görüşü ortaya koymaktan ziyade, bilim olarak etiğe bir prolegomena yazmaya girişmekte, etiğin bir bilim olabilmesi için temellerini ortaya koymakta ve etiğin temellendirilmesini yapmaktadır. Kant kendi etiğinin ana çizgilerini de bu iki temel yapıtında dile getirmekle birlikte, bu yapıtlarında asıl amacının etiğin temellerinin ortaya konulması, etiğin nasıl bir bilim olabileceğinin gösterilmesi olduğu, bunu da Spinoza’nın Ethicasında olduğu gibi matematiksel yöntemle yapmaya çalıştığı bu bildirinin konusunu oluşturmaktadır.

Hazal Gemicioğlu (MSGSÜ) – Kant’ın Yücesinin Sanattaki Yeni Karşılığı Olarak Bir Dijital Sanat Okuması

  • Özet: Immanuel Kant, Yargı Gücünün Eleştirisi’nin (Kritik der Urteilskraft) “Yücenin Analitiği” bölümünde, “matematik yüce” ve “doğadaki dinamik yüce”den bahseder. Buna karşılık yüce duygusunun sanat eseri aracılığıyla ortaya konup konamayacağı konusuna çok sınırlı bir şekilde yine doğa üzerinden değinir. Bu bakımdan güzelle birlikte Kant’ın estetik teorisinin temelini oluşturan yücenin sanatta karşılığını bulup bulamayacağı, başka bir deyişle “sanatsal yücenin” mümkün olup olamayacağı halihazırda tartışmalı bir konudur. “Kantçı yüce duygusu sanat eseri aracılığıyla ortaya çıkabilir mi?” sorusuna olumlu yanıt veren yorumcuların resim sanatı özelinde çoğunlukla ortaklaştıkları örnek, romantik dönemin sembolü haline gelen Caspar David Friedrich’in “Der Wanderer Über dem Nebelmeer” (Sis Denizi Üzerindeki Kaşif) (1818) adlı işidir. Bu dönemde Friedrich’in “Kaşif”i Kantçı yüceyi en iyi ifade eden sanat eserlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Yine romantik dönem sanatçılarından biri olan İngiliz ressam J. M. William Turner’ın doğa resimlerini de yüceliğin sanat eserindeki bir dışavurumu bağlamında okuyanlar vardır. 20. yüzyıla gelindiğinde ise Kantçı yücenin bir yeniden okumasını yapan Jean-François Lyotard,“sunulamayanı sunma”girişimi şeklinde ifade ettiği “yücenin estetiği”ninsanat tarihinde karşılığını Avante-Garde’da ve özellikle soyut resimde bulduğunu söylemektedir. Bu perspektiften romantik dönem resmini, yüce tecrübesini sanat eseri aracılığıyla izleyiciye anlatmak olarak ifade edersek, 20. yüzyılın non-figüratif resmini de karşısında duran izleyiciye yüceyi tecrübe ettirmek olarak yorumlayabiliriz. Lyotard’ın “yüce estetiği” teorisine göre 20. yüzyılın Avante-garde sanatında sanatçının işinin karşısındaki izleyici ile birebir ilişkisinde yüce tecrübesininkendisine, yücenin yaşantısına doğru bir dönüşümü gerçekleşmiştir. Böylelikle yüce, sanat eseriyle karşılaşmada bir yaşantıya, deneyime, tanıklık edilecek, izlenecek ve yargılanacak bir “olay”a (événement), vakaya dönüşmektedir. Bu çizgiyi izleyip yücenin estetikte ve sanat tarihinde geçirdiği dönüşümün tarihsel serimlemesini devam ettirerek bugüne geldiğimizde ise karşımıza dijital sanatın çıkacağı kanaatindeyim. Buradan hareketle sunumumda, yüce duygusunun sanat eseri aracılığıyla ortaya çıkabileceğine olumlu yanıt verdiğimiz taktirde Kant’ın yüce deneyiminin sanattaki karşılığının bugün dijital sanat olacağına dair bir öneride bulunacağım.      

Kaan Ökten (MSGSÜ) – Birinci Kritik’te Zaman ve Zamansallık

  • Özet: Zaman deneyimden gelen bilişlerin olanaklılığının bir a priori duyusal koşuludur. Bunun diğer bir a priori koşulu ise uzaydır. Uzay gibi zaman da duyusal görünün formudur. Transendental bakımdan zaman “ideal”dir. Öte yandan zaman içindeki tezahürler bakımından ise empirik olarak “real” olup verili ve edimseldir. Zamanın yalnızca tek bir boyutu vardır. Zamanın tüm parçaları zamanın sonsuzluğu içinde kapsanmaktadır. Kant Birinci Kritik’in Transendental Aisthetik bölümündeki “Metafizik İrdeleme”de zamanın transendental idealitesini, “Transendental İrdeleme”de ise zamanın empirik realitesini ortaya koymuştur.
    Bu konuşmada Transendental Aisthetik’teki zaman bahsi yukarıdaki epistemolojik öğeleri bakımından kısaca ele alındıktan sonra onun ontolojik ve eksistensiyal önemi üzerinde durulacak, zamansallığın ontolojik öneminin altı çizilecek ve bu amaçla Heidegger’in yorumlarına başvurulacaktır. Son olarak böyle bir yaklaşımın yerindeliği kısaca tartışılacaktır.  

Lale Levin Basut (Yeditepe Üniversitesi) – Transzendental Deduktion’un Üç Uğrağı: Cogito, Düşünme Functio’ları ve Synthesis Speciosa

  • Özet: Anlama Yetisinin Saf Kavramları olan Kategorilerin, Görünüşler (Erscheinungen) üzerinde nasıl kullanılabileceği sorusu Kant’a göre bir quid iuris sorusudur (A 84 | B 116): burada a priori bir Deduktion (bir gerekçelendirme) ile bu saf kavramların Görünüşler üzerinde hangi hakla kullanıldığı serimlenir. Nitekim Kategorilerin Görünüşler üzerinde niçin kullanılabildiği, nasıl geçerli olduğu, uzay ile zamanın Görünüşlerdeki geçerliliği (obiektive Realität) gibi apaçık değildir (B 122).  Bunun için, Kategorilerin Görünüşler üzerinde nasıl kullanıldığına ve bunların zorunluluğuna ilişkin bir gerekçelendirme verilmelidir. 
    Saf Aklın Eleştirisi’nin hem A hem de B basımlarına göre bu Deduktion’un üç ayrı uğrağı vardır ve zihnin üç temel yetisine işaret eder. Bunlar “Sinn (Duyum), Einbildungskraft (Kurgulama/İmgeleme) ve Verstand’dır (Anlama Yetisi)”. A Basımına göre Deduktion, bu yetilerden hareketle Kategorilerin geçerliliğini serimler ve bu yetiler içerisinde yapılan synthesis’lerin aslında temelde tek bir olanak (reine Apperzeption/saf Apperzeption) ile bağlantılı olduğunu göstermeye çalışır. B Deduktion’unda ise işe cogito/Ich denke/Düşünüyorum actus’unun kendisi ile başlanır ve ilkin, bu edimin Görünüşler içerisine nasıl yedirildiğine ve bu synthesis’teki zorunluluğa dikkat çekilir (B 15, 16). Kant’a göre, Apperzeption synthesis’i aracılığıyla ilkin ve genel olarak Subjekt ile Objekt arasındaki sınır çizilir. Kişi bu synthesis aracılığıyla, kendi zihninde tasarımlar (Vorstellungen) olan Erscheinung’ları (Görünüşleri) asıl anlamda obiectum (karşıda duran şey) kılar. Dolayısıyla Deduktion’un ilk uğrağında Ich denke/Cogito/Düşünüyorum actus’unun Görünüşlerin içerisine yedirilmesindeki zorunluluğa dikkat çekilir. Nitekim bu yedirme ya da synthesis olmazsa: 1. Obiectum ile subiectum birbirinden genel olarak ayrılamaz. 2. Kişi kendisinin ayırdına varamaz (Ich bin/ego sum/ego existo/Ben varım). Kişinin kendinin bu tarzda ayırdına varması (Selbstbewußtsein) saf bir Apperzeption’dur. Kişi duyumsadığı şeylere uyguladığı ve  Apperzeption da veren synthesis ile, duyumsadığı şeyleri “kendi duyumsamaları” (meine Vorstellungen) olarak yakalar. Bu duyumsananlar “benim duyumsamalarım” ise “ben varım” denilebilir. Ne ki burada Descartes’in savladığı gibi bir çıkarım yoktur: ego sum/ego existo Kant’a göre dolaylı bir sonuç önermesi değildir.
    Deduktion’un ikinci uğrağı, tüm duyumsamaların içerine yerleştirilen Cogito/Ich denke/Düşünüyorum actus’unun kendisine bakmak ve bu edimin olanaklarını “Yargıların İşlemleri” (Functiones) aracılığıyla soruşturmaktır. Buna göre, Ich denke/Cogito/Düşünüyorum actus’u 12 tarzda iş görebilmektedir; insana özgü düşünmenin (denken) temelde 12 functio’su vardır. Düşünme Functio’ları her türden düşünmede karşımıza çıkabilir ve yalnızca “deneyime ilişkin düşünme” ile sınırlandırılamaz. Bu yüzden bu işlemlere ilişkin “genel” bir tabloyu Kant Kategorilerin Deduktion’unundan ve hatta Kategoriler tablosundan önce vermiştir (A 70 | B 95). Saf Kavramlar olarak Kategoriler Ich denke/cogito/Düşünüyorum actus’unun bu 12 functio’ya göre yapılan çok belli bir içeriklendirmesi (transzendental bir içeriklendirme) ile oluşurlar. Kategoriler birer idea innata değildir, kurulurlar. Ne ki bir kez kuruldukta aksamaz tarzda iş görürler ve bir daha kurulmaları da gerekmez.
    Kant, Ich denke/Cogito/düşünüyorum actus’unun kendi olanağına ilişkin bu açıklamadan, diyeceğim, bu actus’un 12 işlem ile birlikte gittiğinin altını çizdikten sonra, tam da şunu yakalar: Kategoriler denilen saf kavramlar da bu 12 functio’yu içermektedir. Dolayısıyla Ich denke/cogito/düşünüyorum actus’unun Görünüşlerle synthezlenmesinde bu actus, transzendental bir içerikle iş görür. Burada Kant’ı Kategorilerin altına Görünüşlerin getirilmesini anlatan synthesis intellectualis’i önceleyen zorunlu bir öteki synthesis’i yani synthesis speciosa’yı (figürliche Synthesis) serimlerken görmekteyiz (B 151). “Biçimsel” (figürlich) olan bu synthesis’in Duyumsama Yetisinin (Sinnlichkeit) saf kavramları ve Kategoriler bakımından pek çok sonucu vardır. Dahası uzay ile zamanın hem kendilerinin hem de çokkatlılıklarının (das Mannigfaltige) Ich denke/Cogito/düşünüyorum ile syntezlenmesi gerekmektedir. Synthesis speciosa uzaya ve zamana onun aracılığıyla “birlik” (Einheit) verebildiğimiz ve bu tasarımların çokkatlılıklarını da yine kendisi aracılığıyla birliğe getirdiğimiz synthesis’tir. Buradaki “Birlik” (Einheit) “niteliksel” bir birliktir.
    Dolayısıyla Kategorilerin Görünüşler üzerindeki kullanımı, kökü duyumsama yetisinde olan “transzendental bir içerik” (transzendentaler Inhalt) üzerinden serimlenmektedir. Bu transzendental içerik Ich denke/cogito/Düşünüyorum edimi ile biraraya getirildiğinde artık synthesis intellectualis (Anlama yetisinin synthesis’i) yapılabilir.
    Kategoriler’in synthesis’ini kavrayabilmek için genel olarak bir nesne kavramının nasıl kurulduğuna gitmek gerekmektedir. Kant bunu B Deduktion’unun 17. Kısmında ayrıntılı açıklamakta: buna göre, bir nesne bizi hep “nesnenin kavramına”, diyeceğim bir nesne kavramına götürür (genitivus obiectivus). Görünüşler –empirik olsun saf olsun—hep kavramlar altına getirilir, hep bir genel altında “düşünülür”. Tek teklere ilişkin önermeyi kurabilmek sözgelimi “şu masadır” diyebilmek için genel olan masa kavramının kurulmuş olması gerekir. Bu “kavram” bir “ide” değildir, diyeceğim, bir Akıl (Vernunft) kavramı değildir; tersine, bir Anlama Yetisi kavramı yani bir notio’dur. Notio, içerisinde nelik barındırmayan bir kavram demeye gelir ve bir nesne ile tanışıklık imler. Notiones, tanımaya yarayan kavramlardır. Bir notio’nun kurulabilmesi için şu üç yetinin birlikte iş görmesi gerekir: Duyumsama, Kurgulama ve Anlama. Nitekim kavram bir kurgulamadır (Einbilden) ama düşünme ile birlikte giden (cogitatio içeren) bir kurgulamadır. Kant kavramların nasıl kurulduğunun genel olarak serimlenmesinden hareketle, Kategoriler olarak Saf Anlama Yetisi kavramlarının da nasıl kurulduğunu bize göstermekte.
    Kategorilerin Transzendental Deduktion’unun A basımında ise bir ve aynı iş olarak Apperzeption Synthesis’inin aslında nasıl birden çok açıklaması (logos) olduğunun altı çizilmektedir. Buna göre, Görünüşlerle yapılan saf Apperzeption synthesis’i hem bir Apprehensio’dur, hem Reproduktion’un köküdür hem de “kavramlar altında Rekognition”un temelidir. Apprehensio’daki synopsis bizi aslında kavramlar altındaki Rekognition’a götürür. Synopsis’i yakalayabilmenin “olanaklılığının koşulu” bir synthesis’tir. Bu ne türden bir synthesis’tir sorusu ise bizi B Deduktion’unun ilk kısmına (15-16) götürecektir. Dolayısıyla her iki basıma göre Deduktion birbirini tamamlar nitelikte görünmektedir.

M. Şamil Şen (İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi) – Kant ve İlk Felsefe

  • Özet: Saf Aklın Eleştirisi “Transandantal Unsurlar Öğretisi” ve “Transandantal Metot Öğretisi” olmak üzere iki ana bölümden oluşur. Fakat bu ana bölümler arasında hermeneutik bir orantısızlık vardır, çünkü ilk bölüm hacimce ikinci bölümün yaklaşık altı katı büyüklüktedir. Genel olarak da mezkûr eser hakkında yapılan yorumlarda veya yazılan eserlerde söz konusu ikinci bölümden ya hiç bahsedilmez veya çok az bahsedilir. Halbuki bu ikinci ana bölüm, hem Kant’ın felsefenin mahiyetine dair fikirlerini anlamak için hem de Kant sonrası, bilhassa da Alman İdealistlerinin Kant’ı yorumlayışını anlamak için oldukça önemlidir. Bu bildiride, Kant’ın Metot Öğretisi kısmındaki fikirleri, günümüzün popüler tabiriyle felsefenin felsefesi olan meta-felsefe cihetinden yorumlanmaya çalışılacaktır. Kant’ın buradaki fikirlerini, felsefenin ve aklın mahiyetine dair düşüncelerini ortaya koyduğu başka pasajlarla birlikte okuduğumuzda, Kantçı bir ilk felsefeden bahsedebileceğimizi ve Kant külliyatında buna namzet olan eserin de Pratik Aklın Eleştirisi olduğu savunulacaktır. Bu bağlamda, Kant’ın aklın pratik kullanılışının teorik kullanılışına öncelikli olduğu savını da dikkate aldığımızda, Kant’a dair sistematik bir okumanın, daha doğrusu Kant’ın miras bıraktığı sistem kurma faaliyetinin kendisine dair bir teşebbüsün merkezinde aklın pratik kullanımının olması gerektiği, bildirinin temel savını teşkil edecektir.

Mehmet Barış Albayrak (MSGSÜ) – Epigenesis ve Rasyonalite: Catherine Malabou’nun Kant Yorumu

  • Özet: Son yıllarda popüler olan “spekülatif materyalizm” (Quentin Meillassoux) ya da “nesne yönelimli ontoloji” (Graham Harman) gibi yeni kıta felsefesi akımlarının ortak noktasının, Kant’ın felsefesinden radikal biçimde kopma isteği olduğu görülüyor. Bu akımlar, Kant’ın felsefeyi transendental özneye hapsettiğini, buna karşılık mutlağı ya da kendinde şey olarak nesneyi kurtarmamız gerektiğini öne sürüyor. 
    Fransız filozof Catherine Malabou ise Yarından Önce: Epigenesis ve Rasyonalite adlı çalışmasında Kant ile yeniden diyaloğa girmeden Kant’ın terk edilemeyeceğini savunuyor. Malabou buradan yola çıkıp Kant’ın üçüncü kritikteki “epigenesis” kavramına odaklanarak, “transendental” ve “rasyonalite” kavramlarına yeni bir bakış açısı getirmeye çalışıyor. Ben de bu konuşmamda Malabou’nun Kant savunusunu ve yeni rasyonelite yorumunu özetlemeye çalışacağım. 

Nebil Reyhani (Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi) – Kant’a göre Felsefenin Dört Temel Sorusu ve Üç Eleştiri:Aynı Projenin Farklı İfadeleri mi, Bambaşka Projeler mi?

  • Özet: Kant’ın ünlü 4 sorusu (1. “Ne bilebilirim?” 2. “Ne yapmalıyım?” 3. “Ne umabilirim?” 4. “İnsan nedir?”) üç farklı yerde karşımıza çıkar. Yayınlanma tarihine göre bu soruların ilk karşımıza çıktığı yer Saf Akın Eleştirisi’dir. Burada ilk üç soruyu özetleyen dördüncü soru henüz yoktur. İkinci bir yer yayınlanma tarihi çok daha geç olsa da Kant’ın 1760’lardaki derslerine dayanan Mantık kitabıdır. Dolayısıyla bu 4 sorunun hatlarını çizdiği şemanın Kant’ta Saf Aklın Eleştirisi’nden daha eskiye dayandığını söyleyebiliriz. Üçüncü yer Kant’ın teoloji profesörü Carl Friedrich Stäudlin’e yazdığı bir mektuptur. Yalın Aklın Sınırları İçinde Din kitabının ekinde gönderdiği bu mektupta Kant Stäudlin’e temel felsefi projesinin baştan beri bu 4 temel sorudan oluştuğunu, felsefi din öğretisiyle birlikte şimdi planının bu dördüncü ayağını tamamladığını söyler. Karl Vorländer anıtsal eseri Der Mann und Sein Werk’te Kant’ın kendi felsefi projesine ilişkin bu yorumunu son derece yadırgatıcı bulur. Ona göre Kant din öğretisinde ne içeriksel olarak eleştirel felsefesinde ortaya koyduğu planı devam ettirir, ne de bu öğreti şekilsel olarak onunla uyumludur. Vorländer bu tuhaflığı daha fazla deşmese de burada Kant’ın felsefesini, en azından onun geç dönem felsefesini doğru anlamak için önemli bir problem olduğu açıktır. Eğer Kant’ın bu sözlerini görmezden gelmek bir seçenek değilse şu iki karşıt iddiadan birini seçmek durumundayız: ya Vorländer’in aksine Kant’ın Eleştiri projesiyle onun bu 4 soru ile ortaya koyduğu şema arasında gerçekten bir paralellik vardır, ya da Kant’ın Eleştiri projesinde dayandığı bazı fikirler daha geç döneminde değişmiştir. Ben Kant’ın geç dönem eserlerinden Der Streit der Facultäten ile Das Ende aller Dinge başlıklı yazılarına dayanarak bu iki seçenekten ikincisinin doğru olduğunu savunacağım.

Özgüç Güven (İstanbul Üniversitesi) – Kant’ın Kendisi Objekt-Gegenstand Ayrımı Yaptı mı?

  • Özet: Heidegger’in felsefi ilgileri dolayımıyla öne sürdüğü Objekt-Gegenstand ayrımı Kant’ın  Saf   Aklın Eleştirisi’nde nasıl yer almaktadır? Bu ayrım bir söyleyiş çeşitliliği olarak mı, yoksa arkasında ilkesel bir tutumun bulunduğu kuramsal ayrım olarak mı ele alınmalıdır? Söz konusu ilkesel bir ayrım ise nasıl gerekçelendirilebilir?  Kant, Saf Aklın Eleştirisi boyunca bu ilkesel ayrımı tutarlı biçimde korumuş mudur? Konuşmamız bu sorular çerçevesinde Kant’ta  yer alan Objekt-Gegenstand ikiliğini konu edecektir.

Özlem Duva (Dokuz Eylül Üniversitesi) – Liberal Feminizm ve Kantçı Otonomi Kavrayışının Dönüşümü

  • Özet: Feminist düşünürlerin pek çoğunun ifade ettiği gibi Batı metafiziğinin düalizme dayalı epistemolojik/ ontolojik çıkarımları, Antik Çağdan itibaren “rasyonel bilgi arayışı”nın hakim olduğu bir düşünme biçimi içerisinde, kendisini “doğa”ya karşı tanımlayan bir özne ve akıl kavrayışını esas almış olması nedeniyle çeşitli ayrımcılık biçimlerinin yaygınlaşmasına ve yerleşmesine neden olmuştur. Böylece felsefe tarihi boyunca başvurulan “rasyonel topluluklar kurma”, “rasyonel temellerde bir araya gelmiş bireylerden müteşekkil bir kamusal alan yaratma” vb. girişimler Batı rasyonalitesinin eril ve dışlayıcı karakteri nedeniyle eleştirilmiştir. Zira bütün bu girişimlerin nihayetinde Batılı-erkek-orta sınıf bireyleri temel aldığı ve sınırlayıcı, kısıtlayıcı ve tahakkümcü olduğu iddia edilmiştir. Özellikle Aydınlanmış toplum ideali ve Kant’ın felsefesi içerisinde gözlemlediğimiz rasyonel amaçlarla birbirine bağlanmış insanların oluşturduğu bir topluluk fikri, gerek onun çeşitli eserlerinde karşımıza çıkan cinsiyetçi ve ayrımcı söylemler nedeniyle, gerekse ana akım Batı felsefesi içerisinde sürdürülen klasik rasyonalite anlayışını miras almış olması bakımından bu türden eleştirilere maruz kalmıştır. Ortaya konulan bu eleştirilerin odak noktası, Kant’ın kadınları akıl kavramından olduğu kadar, kişi ve birey kategorilerinden de dışlamış olduğudur. Kant’ın kadınları “otonom bireyler” veya “rasyonel varlıklar” olarak değil, sadece birer mülkiyet nesnesi olarak görmüş olduğunun iddia edilmesini mümkün kılan bir başka fikir hattı ise onun teorik felsefesinin  yapıtaşları ile ilgilidir. Buna göre Kant’ın epistemolojisi, duyuları ve duyusal alana ait pek çok öğeyi bilinçten dışlamak ve kadınları duyu alanına yerleştirmek suretiyle, onları birer özne olarak kavramanın yolunu kapatmıştır.  Diğer yandan Kant’ın eleştirel düşüncesine yakından bakıldığında onun özellikle Fiziki Coğrafya ve Antropoloji gibi derslerinden elde edilen notlarda karşımıza çıkan empirik ve kültürel olarak içeriklendirilmiş “ben” kavrayışı ile diğer eserlerindeki cinsiyet ayrımı gözetmeyen (gender-neutral) dil arasında bir gerilimin de söz konusu olduğu görülecektir. Bu gerilimleri hangi taraftan bakarak okuyacağımız, Kant felsefesinin çeşitli şekillerde yorumlanmasına bağlı olarak değişebilmektedir. Örneğin Saf Aklın Eleştirisii’ndeki transandal ben’in cinsiyetsiz oluşu misogynist bir teorik temellendirme olarak okunabileceği gibi, Kant’ın tüm özneler için kapsayıcı bir benlik inşasına giriştiği sonucunun çıkartılabileceği bir kapsayıcılık zemini olarak da yorumlanabilir. Kant’ın felsefesindeki bu gerilimlerden hareketle onun düşüncesinin yer yer ayrımcı ifadeleri içeren karakterine rağmen liberal taleplerle uzlaştırılabilecek bazı yanlarının da olması; eleştirel akıl, otonomi, kamusallık, çoğulluk vb. kavramlar dahilindeki bazı imkanların feminist taleplerle uyuşur hale getirilip getirilemeyeceği gibi konuların tartışılmaya başlanmasına neden olmuştur. Buradan bakıldığında Kantçı eleştirel akıl, otonomi ve kişilik kavramlarına, rasyonel bir yolla düzenlenmiş bir kamusal alan fikrine ulaşmak ve demokratikleşme süreçlerini geliştirecek bir yurttaşlık fikrine erişmek adına yaklaşmanın, liberal feminizmin otonomi düşüncesini temel alarak Kant felsefesinin bazı imkanlarını, onun düşüncesindeki bütün açmazlara rağmen feminist düşünüşe mal etmeyi hedeflemenin, gerek felsefi açıdan gerekse pratik hedefler adına kullanışlı olduğu görülecektir. Kant’ta kişi olma, otonom davranma, meşru talepleri dile getirme özgürlüğü vb. gibi feminist taleplere uygun düşebilecek pek çok kavram ve düşünce, onun etiğinden, insan anlayışından, adalet ve hukuk kuramından neyi anlamamız gerektiği konusunda bir yenilik ortaya koymuş olduğu gibi, güncel soru ve sorunlarla birlikte Kant felsefesinin dönüştürülmesini de sağlamıştır. Dolayısıyla özellikle onun otonomi kavramının dönüştürülmesi ve genişletilmesi sayesinde ilerletilen Aydınlanmacı liberal feminizm Kant felsefesinin sınırlılıklarının aşılmasında bir anahtar rol üstlenmiştir, denilebilir.

Saniye Vatansever (Bilkent Üniversitesi) – Ahlakın Sembolü olarak Güzel: Üçüncü Kritik’te Güzel ile Ahlak İlişkisi

  • Özet: Kant Yargı Gücünün Eleştirisi’nin 59. Bölümünde güzellik [Schönheit] ile ahlak [Sittlichkeit] arasında sembolik bir ilişki olduğunu iddia eder. Bu çalışmada Kant’ın üçüncü Kritikte öne sürdüğü güzel ile ahlakın sembolik ilişkisi incelenerek, Kant’ın bu iddiası ile tam olarak ne kastettiği ve bu ilişki ile ne göstermeyi amaçladığı açıklanacaktır. Kant’a göre aklın kavramları [Vernunftbegriffe] ya da ideleri [Ideen] aklın sadece düşünebildiği ancak hiçbir empirik görünün [Anschauung] tam olarak belirleyici bir şekilde betimleyemediği kavramlardır. Özgürlük de diğer ideler gibi aklın düşünebildiği ancak nesnel gerçekliğinin teorik olarak bilinmesi mümkün olmayan bir idedir. Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde özgürlüğün ampirik doğa ile mantıksal tutarlılığını ve mantıksal imkanının gösterirken, Pratik Aklın Eleştirisi’nde ise özgürlüğün pratik anlamda, yani ahlaklı eylemenin imkânını ortaya koyar. Ancak bu iki kitapta da ahlakın ve onun temelinde yatan özgürlük kavramının nesnel gerçekliği [objective Realität] ve empirik doğada nesnel olarak ne şekilde mümkün olduğu incelenmemiştir. Dolayısıyla, doğa ve özgürlük alanları arasında henüz kapanmamış bir uçurum oluşmuştur. Doğa ile özgürlük arasında mantıksal bir uyum olsa bile, bu iki nedensellik alanı arasında gerçekte bir uyum olmayabilir. Kant özgürlük ve doğa arasındaki uyumu Leibniz’den farklı olarak Tanrı’ya başvurmadan göstermeyi amaçlar. Bu çalışma ile, Kant’ın güzel ve ahlak arasındaki sembolik ilişkiden yola çıkarak doğa ve özgürlük alanlarını nasıl birleştirdiği gösterilecektir.  

Selda Salman (İstanbul Kültür Üniversitesi) – Kant’ta “Ben” Sorunu ve Özgürlük

  • Özet: Saf Aklın Eleştirisi’nde “transendental apperzeption” olarak tanımlanan ve empirik herhangi bir yerden türetilemeyen ancak empirik deneyimin zemini olan “ben bilinci” ya da “saf ben” transendental felsefe açısından oldukça “kritik” bir önem taşır. Herhangi bir kavram ya da görüye başvurulmadan saf sentetik bir yapı olarak karşımıza çıkan ben bilinci tüm deneyimin imkânını oluşturması bakımından merkezi ancak anlaşılması zor yapısı nedeniyle de tartışmalıdır. Kant burada saf sentezi duyusallığın formu zaman ve matematikteki “x” bilinmezi ile ifade ettiği “transendental nesne = x” (SAE’nin ilerleyen bölümlerinde “transendental özne x”) ile kurar. Kant’a göre “bu transendental nesnenin saf kavramı (ki edimsel olarak tüm bilgilerimizde her zaman bir ve aynıdır = x) genel olarak tüm empirik kavramlarımıza bir nesneyle ilişki, diğer bir deyişle nesnel olgusallık verebilendir” (A110). Aksi takdirde deneyim bir arada tutulamaz ve zaman ve uzayda dağılan bir çokluk olarak kalırdı. Tüm biliş, görü ve kavramlar arasındaki ilişkiselliği tesis edecek olan bu bilinç, “bilincin zorunlu birliği”, bilişselliği mümkün kılar. Ancak kabul etmek gerekir ki transendental apperzeption tam da göndergesi olmaması nedeniyle karanlık bir yapıya sahiptir.
    Bu tebliğde transendental apperzeption sorununun bir sorun olarak kalması gerektiği ve tanımlanamazlığı ve açıklanamazlığının bir başka transendental unsur olan ve ahlak alanının kurucusu “özgürlük” için elzem olduğu ileri sürülecektir.

Seniye Tilev (Kadir Has Üniversitesi) – Estetik Yargı ve Ahlak Deneyiminin İlişkisi

  • Özet: Bu sunumun temel amacı estetik deneyimin Kant’ın ahlak felsefesinde önemli bir rol oynadığını ortaya koymaktır. Kant’ın estetik sahasında ortaya koydukları bir disiplin olarak estetiğin kendisine katkısını yanı sıra, ahlak deneyiminin sağlıklı bir bütünsellik kazanmasında etkindir. Estetik deneyim, Kant’ın ahlakın ve ahlak özneliğinin otonomluğuna dair çizdiği kritik sınırları ihlal etmeden, öznenin kendisini gerçekleştirdiği doğa ve ahlak alanlarının ahenkli bir bütünlüğüne imkân sağlar. Konuşmamda Kant felsefesinde ahlak ve estetik deneyim arasındaki bu güçlü bağlantıyı ortaya koymak için öncelikle güzel ve yüce yargıları üzerinden Kant’ın estetik deneyimi ele alışının genel bir çerçevesini çiziyorum. İkinci olarak ise bu çerçevenin estetik ve ahlak bağıntısını ortaya koyan temel bazı unsurlarını ele alıyorum.

Şilan Kesler (MSGSÜ) – Reflektif Yargı Gücü: Tarihsel ve Politik Olanın Yargılanması

  • Özet: Yargı Gücünün Eleştirisi ile birlikte, Kant’ın felsefesinde yargı sorununu tartışmamıza imkân sağlayabilecek bir zeminle karşılaşırız. Yargı sorununu Yargı Gücünün Eleştirisi’nden itibaren, reflektif yargı gücü üzerinden ele aldığımız takdirde; özellikle çağdaş politika felsefesinde Hannah Arendt ve Jean-François Lyotard gibi isimlerin de yorumlarını dahil ederek, Kant’ın felsefesinden hareketle siyasal ve tarihsel meseleleri değerlendirmemizin kolaylaşabileceğini düşünebiliriz. Kant gerek Yargı Gücünün Eleştirisi’nde, gerek aynı tarihlerde yazmış olduğu diğer metinlerinde; toplum, toplumsallık ve tarih meselelerinin üzerine ayrıca eğilir. Böylelikle bu meseleleri; sensus communis, evrensel ve öznel geçerlilik gibi kavramlar yoluyla ele almak için bir çerçeveyle karşılaşırız. Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi’nde ortaya koyduğu bir mesele olarak beğeni duygusunun eğitilmesi ve geliştirilmesi ve yargı kavramı, genel itibariyle uygarlığın ve özelde de Aufklärung’un gelişmesiyle ilgili tartışmalara bağlanır. Bu şekilde ele alındığında; Kant felsefesinin bütününü ve özellikle de tarih felsefesini ve insanlığın duyusal-üstü özü meselesini tartışma gerekliliği açığa çıkar.
    Yargı gücü, bilme alanından özgürlük alanına geçişi sağlar. Kendine ait bir egemenlik alanı olmayıp yetiler arası geçişlerde sunum yapar. Bu bakımdan, orta terim olan yargı gücü sayesinde teoriden pratiğe geçilir. Kant için yargılama, tikeli düşünme etkinliği olmasının yanı sıra, tikeli ve geneli bir araya getirmek demektir. Kant’ın belirleyici yargılarla reflektif yargılar arasında yaptığı ayrıma göre; belirleyici yargılarda tikel, genel bir kuralın altına alınırken, reflektif yargılarda kural tikelden türetilir. Tikelleri iletilebilir hâle getiren şey ise, bizdeki bir şemanın aynı zamanda bir başkasında bulunmasıdır. Böylelikle, bir duygu olarak iletilebilir gibi görünmeyen hoşa gitme-gitmeme duygusunun temelinde topluluk duyusu mevcuttur. Empirik bir yargı olup, temelinde a priori bir ilke bulunan beğeni yargısı, herkes için geçerlilik talebinde bulunur. Estetik reflektif yargı bir öznel evrensel geçerliliğe sahiptir. Zevke hitap eden bu yargı öznenin kendisini bir başkasının yerine koyması koşuluna bağlıdır. Estetik yargı mevcudiyetini farklı kişilerin bir nesnenin güzelliğine ilişkin bir yargı üzerinde anlaşabilecek olmalarından alır. Nitekim teorik veya pratik yargı söz konusu iken bu türden bir anlaşmaya ihtiyaç duyulmaz. Başkasının mevcudiyetinden itibaren, somut bir tarihsel topluluğu ön varsaymış oluruz.
    Tikel olan aynı zamanda olumsal bir şey de içerir. Politika alanında da bir öngörülemezlik ve olumsallık söz konusudur. Kamusal alan ve bu alanda gerçekleştirilebilen politik eylem olumsaldır. Politika olumsallık alanı olarak tikellerin bir araya geldiği bir alandır. Politik yargı söz konusu iken de bu tür bir yargının altına yerleştirilebilecek bir evrensellik yoktur. Buradan itibaren, reflektif yargıların politik alanda kullanılabilmesi için bir alan ortaya çıkmış olur. Politika bu yönüyle, başkalarının yargıları aracılığıyla düşünebilmeyi sağlayabilir. Politik alana dahil olmak için zorunluluktan özgürleşmek gerekir; bu noktada kamusal alanın önemi açığa çıkar. Zira ancak herkesin kendi yargısını dile getirdiği bir iletişimsel ağ olarak kamusal alan, özgürlüğün dünyası olabilir. Böylelikle çoğulluğa zemin hazırlayacak bir alanın imkânıyla karşılaşabiliriz.
    Dolayısıyla yargı gücü, başkalarının mevcudiyetini bir ön koşul olarak varsayar. Duygular ve beğeni ancak diğer insanlara genel olarak iletilebildikleri oranda değerli olabilir. İletilebilirlik ne kadar genişse, iletilmek istenen şeyin değeri de o kadar artmış olur. Bu durum tarihsel olaylar söz konusu olduğunda da geçerlidir. Bu sebeple, tarihteki tikel bir olayın yargılanmasında insanlar birbirlerine bağlıdır. Bunun tarihteki somut bir örneği olarak; Fransız Devrimi’ni izleyenlerin durumunu hatırlamak mümkündür. Burada, Devrim’i izleyenlerin düşünme biçimleri, kamusal olarak kendini ele vermiştir. Bu olay, herhangi bir halkta tekil olarak değil, yeryüzündeki tüm halklar üzerinde bu etkinin yayılacağı ve zamanla insan türünün gelecekteki en iyiye gitmesi için ilham olacak bir olaydır. Böylelikle, Fransız Devrimi örneğinde asıl önemli olan ve onu tarihsel bir olay kılan, aktörlerin eylemleri değil; müdahil olmayan kişilerin kanaatleri ve coşkulu onaylarıdır. Bu seyirciler birbirleriyle zorunlu olarak ilişki hâlindedir.
    Sonuç olarak Kant’ın Yargı Gücünün Eleştirisi’nde her ne kadar toplumu tarihselliği içerisinde ele aldığını veya doğrudan toplumsallık meselesini konu edindiğini iddia etmemiz mümkün değilse de Yargı Gücünün Eleştirisi’nde sensus communis ve estetik reflektif yargının öznel-evrensel geçerlilik talebiyle beraber, insan topluluğu meselesinin felsefi bir boyut aldığını ve böylelikle politik bir imkânın üzerine düşünebilmemize aracılık ettiğini söyleyebiliriz.

Taşkıner Ketenci (Mersin Üniversitesi) – Saf Aklın Eleştiri‘sinde Ruh idesi

  • Özet: Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde Batı düşüncesinde merkezi bir yer tutan Tanrı, Ruh ve Özgürlük hakkındaki sonu gelmez düşünmeyi antropolojik bir zemine dayanarak ele alır. Kant’a göre olanaklı deneye ilişkin bütün anlama yetisi etkinliklerinin birliğini sistematik kılmak aklın işidir. Aklın bu işlevi koşulsuz olanın kavramları olarak  idelerin üretimini sağlar: “İde ile duyularda kendisine karşılık gelen hiçbir nesnenin verilemediği zorunlu akıl kavramını anlıyorum.” Temel idelerin sayısı üçtür: Bunlardan birincisi düşünen öznenin mutlak koşulsuz birliğini (Ruh) , ikincisi görünüşlerin koşullarının dizisinin mutlak birliğini (Evren), üçüncüsü de genel olarak düşüncenin bütün nesnelerinin koşulunun mutlak birliğini (Tanrı)  içerir. Tanrı, ruh ve evren gibi anlama yetisi varlıkları (noumena) hakkında ne saf görülerle ne de saf anlama yetisi kavramlarıyla belirli hiçbir şey bilemeyiz. İç duyunun bütün yüklemleri Benle ilgilidir. Oysa Ben/Ruh  ne bir iç duyu nesnesi ne de bir anlama yetisi kavramıdır Ruh, “düşünen kendi”dir. Ama bu kavram boş bir kavramdır. Ruhun kalıcılığından ise, ancak yaşamda söz edilebilir. Yaşamın sona ermesiyle her türlü deney de son bulur. Ruh: mutlak ben hakkındaki temel hata, onu yaşayan ben olarak değil de, olanaklı deneyin ötesinde bir nesne olarak görmekten kaynaklanır. Dış deney aracılığıyla uzamda görünüşler olarak cisimlerin bulunduklarını bildiğimiz gibi, ruhun varoluşunu bir iç duyu nesnesi olarak kendi başına biliriz ama bu düşüncenin temelinde olan kendi başına neliği ise bilemeyiz. Kant bu noktada, ruh denilen şeyi düşünmenin insan varlığındaki işlevini ahlak yasasına dayalı bir yaşamda bulur. Ne ki, ölümsüz bir ruhu ya da Tanrıyı düşünmeden de insanı sadece bir araca indirgemeden yaşamak mümkündür. İnsan onuruna dayalı bir ilişkiler ağında ruhun ölümsüzlüğü, kesin bir şart değildir, tam da platoncu anlamda bir umudu besleyen bir fikirdir. İşlevi sınırlı olmasına rağmen bu fikir insanın insan olmasının da temellerini oluşturan üç temel fikirden biridir. 

Toros Güneş Esgün (Hacettepe Üniversitesi) – Hukuk Öğretisinin Temellendirmesi Olarak Üçüncü Kritik: Beğeni Yargıları ve İzin Verici Yasa

  • Özet: Kant çalışmalarında düşünürün Kritik sonrası eserleriyle Kritik dönemi arasında bir devamlılık olup olmadığı bereketli tartışma konularından biridir. Yaşamının son döneminde daha ziyade politik meselelere odaklanan Kant’ın Kritik döneminde politikaya karşı ilgisiz olup olmadığı da bu tartışma çerçevesinde problematiktir. Arendt gibi birçok 20. yüzyıl düşünürü Kant’ın Kritik dönemindeki politika tartışmasını Yargı Yetisinin Eleştirisi’nde bulurken hukuk öğretisinin yer aldığı yaşlılık eseri Ahlak Metafiziği uzun süre göz ardı edilmiştir. Bu konuşma ise Ahlak Metafiziği eserinin Üç Kritik’in devamı niteliğinde olduğu savını savunarak bu son eserden geriye doğru gitmeyi ve Kant’ın hukuk öğretisinde Kritik’in özellikle son adımının, yani estetik kuramının izlerine dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Ahlak Metafiziği kitabının giriş bölümleriyle Üçüncü Kritik’in “Güzelin Analitiği” bölümlerini birbirleriyle ilişkilendirerek okumaya girişen bu yorumun temel iddiası hukuk öğretisindeki mülkiyet kavramını mümkün kılan izin verici yasanın (Erlaubnisgesetzt) kökenlerini beğeni yargılarından aldığıdır. Buna göre “bu benimdir” yargısı ile “bu güzeldir” yargısı arasındaki geçişgenliği göstermeyi hedefleyen konuşma böyle bir yeni okumanın Kant’ın hukuk ve politika hakkındaki düşüncelerindeki saklı imkanları ortaya çıkarabileceğini iddia etmektedir.

Tuğba Sevinç (Kadir Has Üniversitesi) – Kant ve Rawls: Ebedi Barış Üzerine

  • Özet: Bu çalışma Rawls’un Halkların Yasası’nda ortaya koyduğu uluslararası ilişkiler görüşünün ne ölçüde Kant’ın Ebedi Barış Üzerine eserinde ortaya koyduğu barış fikrini yaşattığını ve günümüz toplumlarının şartlarına uyarladığını incelemeyi amaçlamaktadır. Rawls, Halkların Yasası’nda Bir Adalet Teorisi’nde ortaya koyduğu başlangıç durumunu ve bilgisizlik perdesini uluslararası bir düzene uyarlar ve dünya halklarının üzerinde anlaşacakları, ilişkilerini düzenleyecekleri, savaş ve uluslararası yardım gibi konularda onlara rehberlik edecek ilkeleri seçecekleri bir ilk-durum tahayyül eder. Kant gibi Rawls da uluslararası düzeni halkların (ulusların) gönüllü olarak katıldığı bir birlik olarak düşünmekte, bir dünya federasyonu fikrini reddetmektedir. Bu noktada ortak kaygı bir dünya devletinin totaliter olacağı ve uluslar arasındaki farklılıkları yok sayacağıdır. Habermas ise Kant’ın kendi görüşünün kosmopolit bir demokrasi ve gönüllü bir devletler birliği arasında gidip geldiğini (bir diğer deyişle, çoğulculuğun korunması ve barışın ebedi tesisi gibi iki temel kaygı arasında ikilemde kaldığını) ve çelişkiler barındırdığını söyler. Habermas’ın kendi seçimi de Rawls’unkine paralel bir şekilde ulusların farklılıklarına saygı duyulduğu, yaptırım gücü olan Avrupa Birliği gibi bir gönüllü devletler birliğidir. Rawls’un yorumu kimi düşünürlere göre liberal olmayan toplumlara ilişkin tavrımız, çoğulculuğu nasıl koruyacağımız ve hoşgörü ilkesi temelinde günümüz toplumlarının sorunlarına verilen en iyi “Kantçı” cevapken (Bohman ve Lutz-Bachmann, 1997) kimilerine göre Rawls’un önerisi zamanının şartlarını düşündüğümüzde yeterince radikal değildir (O’Neill, 2003) ve açlık ya da doğanın tahribatı gibi sorunları çözmekte yetersizdir (Mertens, 2002). Yine, Pogge’a göre, ancak kosmopolit bir küresel adalet (ve fark ilkesinin uluslararası bir şekilde hayata geçirilmesi) Kantçı ruha daha sadıktır. Çalışma, bu eleştiriler ışığında Rawls’un görüşünün Kant’ın ortaya koyduğu uluslararası düzen ve barış görüşünü nasıl yeniden yorumladığını göstermeye ve ne ölçüde Kantçı olduğunu araştırmaya çalışacaktır.

Umut Eldem (Doğuş Üniversitesi) – Kant ve Ekoloji Düşüncesi

  • Özet: Bu konuşmanın amacı Kant felsefesinin ekoloji düşüncesine nasıl katkı sunabileceğini ortaya koymaktır. 20. yüzyılda ortaya çıkan ekoloji düşüncesi, Descartes ile başlayan ve sonradan İngiliz empirisistleri ve Kıta Avrupası’nın rasyonalist düşünürleri ile geliştirilen modern özne tasavvuruna ciddi eleştiriler getirmektedir. Bu yaklaşımı benimseyen düşünürler karşı karşıya kaldığımız ekolojik felaketin müsebbiplerinden birinin modern özne tasavvurumuz ve buna bağlı olarak ortaya çıkan doğa üzerinde hakimiyet kurma istencimiz olduğunu öne sürerler (Latour 1993, Morton 2013, Haraway 2003). Bu düşünürlere göre kendisini çevresinden, diğer canlılardan ve nesnelerden soyutlayan ve bu sayede onlar üzerinde bir hakimiyet kuran modern özne, hem insanın hem de doğanın sınırsızca sömürülmesine zemin hazırlamıştır. Bu sömürüye bir son vermek ancak bu özne tasavvurundan kurtulmakla mümkündür. Bu literatürdeki eleştirilerin yoğun bir biçimde yöneldiği düşünürlerden birisi de Immanuel Kant’tır. Pek çok düşünür açısından Kant, bireyin otonomisi ve doğayı özneden hareketle belirleme/anlama çabasından ötürü modern özne tasavvurunun baş savunucularından birisi olarak addedilir. Bu konuşmada bu görüşe bir karşılık vermeyi ve Kant’ın düşüncesindeki “organik sistem” anlayışını vurgulamayı amaçlıyorum. Kant için organik bir sistemde, onu teşkil eden her birimin aynı anda hem sistem için bir araç hem de kendinde bir amaç olması söz konusudur (Kant, 2000, 5:376). Bu açıdan Kant, modern özne tasavvurunda esaslı bir kırılmaya işaret eder ve “soyutlamacı” yaklaşımdan keskin çizgilerle ayrılır. Yargı Gücünün Eleştirisi ve genel olarak Kant’ın pratik felsefesinden hareketle ekoloji düşüncesi bakımından elverişli olabilecek bazı kavramlar ve argümanlar bu konuşma kapsamında ele alınacaktır.