How Close We Are To The Cosmopolitanism in Kant’s Philosophy?

13 December 2021 / Comments Off on How Close We Are To The Cosmopolitanism in Kant’s Philosophy?

English Blog

*This article is written in Turkish.

Author: Berfin Kart

“Dünya vatandaşlığı hukuku, evrensel konukluk (misafirlik) koşulları ile sınırlandırılmalıdır” (Kant 1984: 241)

Bugün dünyamız, Kant’ın evrensel konukluk koşullarının ya da idealinin oldukça uzağında görünmektedir. 21. yüzyılda dünyanın hemen her yerinde farklı sebeplerle “hayatta kalma” mücadelesi vermek zorunda kalan “konuklar” ile “ev sahipleri”, “yabancılar” ile “yerliler” birlikte yaşamanın, ortaklaşmanın yollarını aramaktadırlar. Ekonomi ile insan hayatı arasına sıkışan karar verme süreçlerinde ağır basan çoğunlukla ekonomi olmakta, etik değerlerin yokluğunda doğruluğun terazisiyle adaletin kılıcı yalnızca birer simge olarak kalmaktadırlar. Sınır tanımayan savaşlar ve terör eylemleri, yoksulluk ve yoksunluk, mültecilik ve göçmenlik, etnik, dinsel ve siyasal baskılar, küresel iklim değişikliği ve küresel salgınlar bireyin temel haklarının korunduğu ve toplumun da bireyleri dikkate aldığı bir siyasal toplum oluşturabilme olanağından bizi gittikçe daha fazla uzaklaştırmaktadırlar.

Her siyaset araştırmasının kaçınılmazcasına etikle başlaması, hatta politikanın ahlak önünde dize gelmesi (Kant 1984: 260) gerektiği filozoflarca salık verilse de, kalıcı barışın ve insan hak ve özgürlüklerinin yeterince güvence altına alınamadığı, siyaset olgularının etik ilkeler gözetilmeksizin değerlendirildiği çağımızda, tam adaletli ol(a)mayan yurttaşlar toplumunda kimileri için hayatta kalmak da gittikçe güçleşmektedir.  Etiğin siyaseti önceleyen bir kurum olması beklenirken, tersi gerçekleşmekte, etik ilkelere sırtını dönen ya da onları umursamayan siyaset kurumlarıyla karşılaşılmaktadır.  “Savaşsız dünya” ya da “ebedi barış”, “kosmou politês” idealinin çok uzağında olduğumuz açıktır. Yeryüzünde gerçek barışın sağlanabilmesi ancak böyle bir idealle mümkünken, “dışsal yasalar altındaki özgürlüğün, karşı konmaz bir güçle olabildiğince birleştirildiği bir toplum düzeni kurulması, tam adaletli bir yurttaşlar anayasasının yapılması” (Kant 1982: 118) doğanın insanlığın önüne koyduğu en üstün görevi, o gizli amacı unutmuş gibiyiz. Doğanın neden insan türünü “evrensel adalet yaptırımını uygulayacak bir yurttaşlar toplumuna ulaşma”ya (Kant 1982: 121) zorladığını yeniden düşünmek zorundayız. Yeryüzünün ortak sahipleri olarak dünya vatandaşlığı ve konukseverlik hakkının ebedi barışı sağlamadaki önemini kavramak ancak bununla mümkün olabilir.

Hem toplumsal hem de toplumdışı bir varlık, hem bir birey hem de toplumsallaşma eğilimini bir arada taşıyan bir varlık olarak insanın tüm bu ereklerini ancak tam adaletli bir yurttaşlar toplumunda gerçekleştirebileceğini düşünen Kant’a göre insan, doğanın kendisine verdiği işlenmemiş çeşitli yeteneklerini ancak bir toplumda, “yurttaşlar toplumu”nda yetkinleştirebilir. Böyle bir toplum, özgürlüklerin güvence altına alındığı, dolayısıyla sahip olunan temel hakların korunabildiği, hem bireyin özgürlüğünü hem de bireyin içinde yaşadığı toplumda diğerleriyle yaşayışını güvence altına alan bir yapıdır. İnsan türünün çözmeye zorlandığı bu sorunun güç bir sorun olduğu aşikardır. “Yetkin bir yurttaşlık anayasasının yapılması sorunu, başka devletlerle yasal, ilkeli bir dış ilişkiler sorununa bağlıdır ve bu ikincisi çözülmeden birincisi de çözülemez” (Kant 1982: 123).

İnsan nasıl ki sürekli savaşa başvuruyor ve savaşıyorsa, barışın kurulması ve korunmasına da doğası gereği gereksinim duymaktadır. İnsan türünün dünya yurttaşlığı düzenine ulaşma gereksiniminin karşılanabilmesi için ona sahip olduğu “aklın gösterdiği yön, yasasız vahşilik durumundan çıkmak ve bir halklar federasyonuna gitmektir” (Kant 1982: 123). Savaşsız bir dünya ve sürekli barışa ulaşma olanağına bir amaç olarak sahip olan insana doğa, “akıl ve akla dayanan irade özgürlüğünü vermiştir… doğa insana, ne öküzün boynuzlarını, ne aslanın pençesini ne de köpeğin dişlerini vermiştir… doğa insanın iyi bir durumda olmasından çok onun her şeyi aklı ile ölçüp biçmesini istemiştir” (Kant 1982: 118). Özgür eyleyebilen bireyler olabilmek ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir toplumda yaşayabilmek için bir olanaklar varlığı olarak insan, “bütün ahlak yasalarının yüce mahkemesi olan akıl” (Kant 1984: 239) aracılığıyla savaşı lanetleyip, barışı bir yükümlülük olarak tanıyabilir. Politikayı buna göre şekillendirebilir. “Politikanın ilkeleri, ahlak ve hukukun ilkeleridir. Bu ilkeler ahlak alanındaki özneyi içeriden, hukuk alanında ise dışarıdan belirleyen özgürlük, eşitlik ve bağımsızlıktır. O halde politik eylemin kaynağı da, tıpkı hukuksal ve ahlaksal eylemin kaynağı gibi akıldır” (Çörekçioğlu 2010: 257).

Kant’ın burada vurguladığı, yasasızlıktan ve doğal durumdan çıkışı sağlamakla ebedi barışa giden dünyanın kapısını aralayabilecek olan ise saf pratik akıldır. İnsan, her şeyden önce pratik aklın egemenliğini ve adaletini aramalıdır ki, ebedi barışa giden kapıyı aralayabilsin. Yalnız pratik akıldan gelen yasaya uygun ve özgür eylemlerle ulaşılabilecek olan ebedi barışın tesisi için çatışmayı ve savaşı tetikleyen bencil ve ben sevgisini merkeze alan eylemlerden geri durmak gerekmektedir. Bu sebeple, iyiyi isteyen ve etik eyleyebilen özgür kişiler ile bu kişilerden oluşan toplumlara ihtiyaç duyulmaktadır. Başka bir deyişle, doğa yasalarından bağımsız, saf pratik aklın ortaya koyduğu ahlak yasasına göre özgür eyleyebilecek kişiler ile “tek tek insanlar gibi, yabanıl ve başıboş özgürlüklerinden vazgeçerek genel yasaların yaptırımı altına girmek ve devamlı gelişerek sonunda bütün dünya uluslarını kucaklayacak bir uluslar devleti (civitas gentium)” (Kant 1984: 240) gerekmektedir.

Kalıcı barışa ulaşabilmek, temel hak ve özgürlükleri koruyabilmek için politikanın ahlak önünde dize geldiği (Kant 1984: 260) bir dünya düzenine ihtiyaç olduğunu düşünen Kant’a göre, doğanın bize buyurduğu da tam olarak budur. Politika her ne kadar güç ve karmaşık bir sanat olsa da, gerçek politika ahlakla birleştiği zaman böyle olmaktan çıkar, o ahlaka gerekli saygıyı göstermeden bir adım bile atamaz (Kant 1984: 260). Aralarında teorik bir karşıtlık bulunmayan ahlak ile politika, insanların ben sevgisine bağlı eylemleri sebebiyle pratikte bir karşıtlığa sahip görünmektedirler. Kant’a göre “insan türünün bütün tarihi, doğanın gizli bir planının gerçekleşmesi olarak görülebilir. Bu plan içte -ve aynı amaçla dışta da- yetkin bir anayasayla insanlığın bütün doğal yeteneklerinin gelişebilmesini sağlamaktır” (Kant 1982: 126). İnsanın doğal yeteneklerinin gelişebilmesi, olanaklarının açığa çıkabilmesi hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir hukuk devletinin, dünya yurttaşlığı hukukunun tesisiyle mümkündür.

Beklenen, hukuksal yaptırımların özgürlük ilkelerine daha çok dayandırılmasıdır. “Bir ulusun üyeleri olan insanlar olarak bir kamu hukukuna (ius civitatis); devletlerin birbiriyle ilişkileri bakımından devletler hukukuna (ius gentium); evrensel bir insanlık devletinin üyeleri olma niteliğinden dolayı, birbirlerini etkileyen insanlar ve devletler olmaları bakımından bir dünya vatandaşlığı hukukuna (ios cosmopoliticum)” (Kant 1984: 234) ihtiyaç duyarlar. Kant’ın bu bağlamda sürekli barış için zorunlu olduğunu düşündüğü “dünya vatandaşlığı hukuku” ve “dünya vatandaşlığı” ideali uluslarüstü bir bakışa gereksinimi ortaya koymaktadır. Bu aynı zamanda evrensellik ve insan hakları düşünceleriyle yakından ilişkilidir. “Bir gruba, bir ulusa üyeliğin kendi başına değer taşımadığına işaret eden kozmopolitanizm, insan hakları düşüncesiyle aynı bilgisel temele dayanmaktadır. İnsan hakları düşüncesinin kişiye mensup olduğu din, dil, ülke vb. öğeleri hesaba katmadan bakması, onu tüm bu bağlarının ötesinde insan türünün bir üyesi, bağımsızlığı olan bir kişi olarak değerlendirmesi, kozmopolitanizmle koşutluk taşımaktadır. Tartışmalı ya da tartışılabilir olansa, insan haklarının korunmasında ya da insan haklarına dayalı bir toplumun kurulmasında dünya yurttaşlığının zorunlu olup olmadığıdır” (Tepe 2016: 164). Karşılaşılan insan hakları sorunları ve bu sorunların günden güne artıyor oluşu, bize ulus devletlerin ihlalleri engellemede yeterli olmadıklarını ve temel hakları koruyamadıklarını düşündürmektedir.

Ulus devletlerin insan hakları sorunlarını önlemede yaşadıkları sıkıntılar, kimi uluslararası kurum ve kuruluşlara ihtiyaç duyulmasına yol açmış, bir dünya devleti ile birlikte kozmopolit hukukun gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. “Hukuki kozmopolitanizm bir dünya devletini ya da antik Yunanca polis (kent devleti) sözcüğünü kullanıma sokarak, tüm insanları kapsayan ya da en azından tüm insanlara açık olan bir siyasal toplum” (Pogge 2016: 440) olarak kozmopolitanizm savunusu yapmaktadır. Bu ise toplumun tüm üyelerinin özgürlük ve haklarının savunu ve çözümünü gerektirmektedir. İnsan hakları sorunlarının bir dünya devleti gibi üst bir örgütlenmeyle çözülemeyeceği, dünya devleti ile dünya vatandaşlığı hukukunun bunda önemli bir rol oynayabileceği düşünülmektedir.

Günümüzde ulus devletlerin insan hakları sorunlarının çözümünde kamu hukuku (ius civitatis) ya da devletler hukukundan (ius gentium) yararlanmadıkları açıktır. Geniş bir coğrafi alanda milyonlarca kişinin bir arada yaşamakla oluşturdukları ulusal kimlikler sıkça komşu halklara ve  farklı kimliklere düşmanlığı, ayrışmayı, nefreti ve beraberinde pek çok hak ihlalini de getirmektedir. “Britanyalı olmak bir zamanlar Fransız olmama meselesiydi; günümüzde de İskoçyalı olmak İngiliz olmamak ve Kanadalı olmak da Amerikalı olmamak demektir. (…) Örneklerin neredeyse hepsinde, ulus olarak adlandırdığımız gruplar ortak bir dili, zaman içerisinde birlikte yaşama tarihini ve yalnızca edebi formda değil, fiziksel ortamda da ifade edilen kültürel özellikleri paylaşırlar -kasaba ve kentlerin inşa edilme biçimi, manzaranın yapısı, anıtlar, dini yapılar vb.” (Miller 2019: 144). Bu ortaklıklar, ne yazık ki günümüzde de, birlikte yaşamadığımız farklı uluslar ve/veya birlikte yaşadığımız kültürel kimliklerle ayrışmaları vahim sonuçlarıyla ortaya çıkarmakta ve ihlaller “insan” kimliğimizi ve ortaklıklarımızı unutturmaktadır. Ulus-devletlerin oluşturduğu siyasi kimliklerin yarattığı ayrışmaların ortadan kaldırılabilmesi ve ortak insanlığımızın anımsanabilmesi için kozmopolitanizm düşüncesine ihtiyaç duyulmaktadır. Devletlerin güç kullanımından vazgeçmek için kalıcı anlaşmalarla “ebedi barış”ı garantiye almak istemeleri olarak kozmopolitlik, yeni bir fikir olmayıp “kendilerini kosmopolitia, yani ‘dünya vatandaşı’ olarak düşünmekten hoşlanan Roma Stoacılarına dek uzanan çok eski bir fikirdir” (Miller 2019: 151).

Bugün, özellikle Kant sonrası, daha çok mütevazi bir öneri gibi kabul edilmek istense de, kozmopolitanizm temel özgürlük ve hakları koruyabilmek, evrensel despotizme karşı durabilmek ve küresel adaleti, topluluk kimliklerimizle başkalarına karşı adalet yükümlülüklerimizi yerine getirebilmek için bir dünya vatandaşlığı hukukuna (ios cosmopoliticum) ihtiyaç duyduğumuzu bize yeniden anımsatan eski bir fikirdir. “Kozmopolitler… Yeryüzündeki tüm insanları tek bir ailenin pek çok dalı, evreni de bir devlet olarak görürler; kendileri sayısız diğer akılcı varlıklarla birlikte yurttaştırlar; herkes kendince, kendi iyiliği için uğraşırken, doğanın kanunları çerçevesinde bütünün mükemmelliğini sağlamaya çalışır…Kozmopolitanizm anlayışında iç içe geçmiş iki ilmek görülmektedir. Biri, ötekilere karşı yükümlülüklerimiz olduğu düşüncesidir; hısımlık, akrabalık ve benzeri ilişkilerle bağlı olduğumuz kişilerin, hatta paylaşılan bir yurttaşlığın getirdiği daha resmi bağların ötesine uzanan yükümlülükler. Diğeri ise, sadece insan hayatının değerini değil, tek tek insanların hayatlarının değerini ciddiye almaktır, bu da o insanların, onlara değer katan adet ve inançlarına ilgi göstermek demektir. İnsanlar farklı farklıdır, kozmopolit bunu bilir ve farklılıklarımızdan öğreneceğimiz çok şey vardır” (Appiah 2017: 1-132).

Ulusal kimliklerle ve kültürel açıdan bölünmüş bir dünyada kozmopolit bir adalet arayışında olmak ve bu arayışta Kant’ın önerisine kulak vermek bize bir çıkış yolu sunabilir. Küresel adalet taleplerinin giderek arttığı ve önem kazandığı dünyamızda, bu taleplerin karşılık bulabileceği ve kozmopolit adalet ilkelerine göre eylenebileceği bir dünyaya yavaş yavaş da olsa ilerlemek mümkün olabilir. Kalıcı barış ve özgürlük, insan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınabilmesi siyaset olgularının etik ilkeler gözetilerek değerlendirilmesiyle olanaklıdır. Bu sebeple, politika ve ahlakın sınırlarının doğru biçimde belirlenmesi önem taşır. “Politika, ‘yılanlar gibi sakıngan (ihtiyatlı) olun’ der; ahlak buna şöyle bir sınırlama koyar: ‘Ama, kumrular gibi de saf’” (Kant 1984: 251). Dolayısıyla, her siyaset araştırmasının etikle başlaması, etik ilkelere dayanan toplumsal düzenlemeler ile toplumda etik eyleyebilen kişilerin sayısının artması beklenirken, günümüzde tersine bir gidişle teorik ve pratik alanda siyasetin ve çıkarların etiği belirlediğini görmekteyiz.

Siyaseti önceleyen bir etikten de, savaşsız bir dünya ve ebedi barış düşüncesinden de oldukça uzağız. Böyle bir dünyaya ulaşma yolunda yürümeye çalışılsa da yüzyılımızda ben sevgisinin, egoizmin ve bencilce eylemlerin, ahlaklı ve özgür eylemlerin yolu tıkadığına tanıklık etmekteyiz. Süregelen savaşları etik düşüncenin bir başarısızlığı olarak görerek, böylesi bir amaca ulaşmanın olanaklı olmadığına inanmaktayız. Şiddetin suçsuzluk postuna büründüğü, kolayca gerekçelendirilip, haklı çıkarılabildiği “kasıt ve kusursuz cinayet çağında yaşıyoruz. (…) özgürlük bayrağı altında tutsak kampları, insanlık aşkı ya da üstün insanlık eğilimiyle haklı çıkarılan toplu öldürmeler” (Camus 2000: 11-12) çağında yaşıyoruz. Adalet talep edenlerin sayısının gitgide arttığı ve “adaleti ‘elde etme’ umudunu yitirince silaha sarıldığı, rastgele insan öldürdüğü, kendilerinin de öldüğü” (Kuçuradi 2011: 27) birçağda yaşıyoruz. Bir yandan savaşlar ve terör eylemleri tüm şiddetiyle devam ederken, özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi değerler sıkça ihlal edilirken, öte yandan da bu yaşananlara doğrudan ya da dolaylı olarak maruz kalanların savaşsız bir dünya ve ebedi barış taleplerinin de arttığını izliyoruz. “Savaşların hiç hız kesmediği, hatta teknolojinin sağladığı yeni olanaklarla gittikçe daha yıkıcı ve sınır tanımaz hale geldiği günümüzde, barış özlemi en sık dile getirilen istekler arasında yer alıyor. Barış, demokrasi, insan hakları ve özgürlük gibi değerlerle birlikte, çağın ana siyasal değerlerinden birini oluşturuyor. Barış ve özgürlük, iş ve ekmek kadar sıklıkla talep ediliyor” (Tepe, 2006: 63).

O halde, ben sevgisi ya da bencilce eylemlerden sıyrılarak, ahlaklı, özgür ve insan haklarını koruyacak eylemlerle barışa giden bir dünyanın kapısını aralamak mümkün müdür? Böyle bir dünyaya ve/veya dünya yurttaşlığı idealine ulaşabilir miyiz? Bu idealin ne kadar yakınındayız? Ebedi barışın yokluğu ya da sürekli savaşın varlığıyla her yer tahrip edilirken, sanata, eğitime ya da sağlığı değil de, silahlara ve savaşa milyonlar harcanırken, dünyanın kimi yerlerinde yiyecekler bolluktan çürüyorken, kimi yerlerinde insanlar ise yokluktan acı çekiyorlarken, insanlar bu kadar çılgınken, sadece hükümetler ve kapitalistler tarafından değil, aynı büyükler kadar küçük uluslar da savaş yanlısıyken ve insanların içinde yok etme dürtüsü, öldürme, katletme, asmak kesmek dürtüsü varken (Frank 2008: 280) tüm bu tahribata son vermek mümkün olabilir mi?

Bu sorulara “evet” yanıtı vermenin Kant’a göre mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Kant, böyle bir dünyanın imkanının koşullarını etik kuramında dile getirdikleriyle ortaya koymaktadır: “öyle eyle ki…” ile başlayan pratik yasaya göre eyleyen özgür kişilerin varlığı ve bu kişilerden oluşan bir toplum böyle bir dünyanın koşuludur. Bu tahribatı, tüm savaşları önlemenin, ebedi barışa ulaşmanın olanağını bulduğumuz yer“insan”dır -akıl sahibi olan ve aklını kullanabilme cesaretini gösteren “insan”dır. Ahlaksal yasaların yüce mahkemesi; savaşı hukuksal bir yol olarak kullanmayı şiddetle lanetleyen akıl, sürekli barışa varmak niyetiyle, hukuksal yaptırımların özgürlük ilkelerine daha çok dayandırılmasını istemekle (Kant 1984: 239) sorunun çözümünü mümkün kılabilecek olandır.  Ancak öncelikle, pratik aklın egemenliğini ve adaletini aramakla işe başlamalıdır ki, sürekli barışın hayırlı sonuçları zorunlu olarak gerçekleşebilsin (Kant 1984: 258).

“Yurttaşlar toplumu”, “adaletli toplum” ya da “tam adaletli yurttaşlar toplumu” etiğin politikayı öncelediği, özgürlüklerin güvence altına alındığı, hem bireyin özgürlüğünü hem de bireyin içinde yaşadığı toplumda diğerleriyle yaşayışını güvence altına alındığında olanaklıdır. İnsan, doğanın kendi önüne koyduğu en üstün görev olan tam adaletli yurttaşlar anayasasının yapılması (Kant 1982: 118) ödevini yerine getirmekten, kendine ve birlikte yaşadığı her insana karşı sorumludur. Bir arada yaşamın olanağı bu sorumluluğun yerine getirilmesiyle ortaya çıkabilir. “Kozmopolitizm, ulusal topluluklarda olduğu gibi, insanlık topluluğunda da bir arada var olma alışkanlıkları geliştirmemiz gerektiği şeklindeki basit bir düşünceyle başlar: Eski anlamıyla söyleşi, birlikte yaşama, ortaklaşma” (Appiah 2017: 16). Bunun için kişi-kişi ilişkilerini düzenleyen ilkeler ile kamusal yaşamı düzenleyen, uluslararası bildirge ve sözleşmelerle dile gelen insan hakları ilkelerinin varlığına ve korunmasına ihtiyaç vardır. Bu ilkeler birlikte yaşamanın olmazsa olmazlarıdır. Yaşananlar, olan bitenler sonunda akıl yürütmelerle elde edilenlerdir. Unutulamamalıdır ki, temel hak ve özgürlüklerin korunduğu bir  dünya  insan için olanaksız değildir. Böyle bir yaşama sahip olmak belirli bir ülkenin yurttaşı olmakla, bir ülkede ya da devlette yaşamakla da sınırlandırılmış değildir:

“Dünya yuvarlak (küre biçiminde) olduğundan, insanlar onun üzerinde sonsuz bir biçimde dağılamazlar; eninde sonunda yan yana bulunmaya, bir arada yaşamaya katlanmak zorunda”dırlar (Kant 1984: 241).

KAYNAKÇA:

Camus, A. (2000). Başkaldıran İnsan (3. Basım). (T. Yücel, Çev.). İstanbul: Can Yayınları.

Çörekçioğlu, H. (2010). Kant’tan Bir Sivil İtaatsizlik Teorisi Türetmek Mümkün Müdür?. Kant Felsefesinin Politik Evreni içinde (1. Basım), (ss. 243-261). (H. Çörekçioğlu Der.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Kant, I. (1982). Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Genel Bir Tarih Anlayışı. (U. Nutku, Çev.). YAZKO Felsefe Yazıları içinde (ss. 117-129). İstanbul: YAZKO.

Kant, I. (1984). Sürekli (Ebedi) Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme (1795). (N. Bozkurt, Çev.). Seçilmiş Yazılar içinde (ss. 223-266). İstanbul: Remzi Kitabevi.

Kuçuradi, İ. (2011). Adalet Kavramı, İnsan Hakları Kavram ve Sorunları içinde (ss. 27-37). Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

Kwame, A.A. (2017). Kozmopolitanizm Dünya Yurttaşlığının Felsefesi (2. Basım). (F. Gülfidan Çev.). Ankara: Nika Yayınevi.

Miller, D. (2019). Siyaset Felsefesi (1. Basım). (S. Gül, Çev.). Ankara: Dost Kitabevi.

Pogge, T. (2016). Kozmopolitanizm. Çağdaş Siyaset Felsefesi Kılavuzu- Disiplinler ve İdeolojiler içinde (1. Basım), (ss. 436-464). (S. Coşar Çev.). Ankara: Dipnot Yayınları.

Tepe, H. (2006). “Etik Savaşları Önleyebilir Mi?”, Barışın Felsefesi 200. Ölüm Yıldönümünde Kant içinde (1. Basım), (ss. 63-73). (İ. Kuçuradi, Yay.Haz.). Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

Tepe, H. (2018). İnsan Hakları ve Evrensellik Tartışması. İnsan Hakları Felsefesi içinde (ss.149-166). Ankara: BilgeSu Yayınları.