“Freedom has Hands”: Kant and Voluntary Servitude

8 October 2021 / Comments Off on “Freedom has Hands”: Kant and Voluntary Servitude

English Blog

Author: Toros Güneş Esgün

*This article is written in Turkish.

             “Elleri var özgürlüğün,

Gözleri, ayakları;

Silmek için kanlı teri,

Bakmak için yarınlara,

Eşitliğe doğru giden.”

Oktay Rifat

Kant, politik özgürlük üzerine yazılmış en önemli eserlerden biri olan Etienne La Boétie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylevi’nin yayımlanmasından yaklaşık iki yüz sene sonra “Aydınlanma Nedir?” makalesinde “gönüllü kulluk” kavramına çok yakın bir kavram kullanır: Unmündigkeit. Türkçeye “ergin olmama” olarak çevrilen kavram, bir başkasına bağımlı olmak, güçsüzlük, kölelik gibi yan anlamları vasıtasıyla özgürlük kavramıyla negatif olarak ilişkilenir. Bu anlamlarının yanı sıra kavramın hukuk alanında da bir kullanımı vardır: reşit olmama, cezai ehliyete sahip olmama. Kant’ın kavrama yüklediği özgün felsefi anlam ise, hukuki ve yan anlamlar ile bağlantılı olsa da her ikisinden farklıdır: Kant, ergin olmamayı “aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamamaya dair bir yeteneksizlik”,[1] olarak tanımlarken bunu kişinin “kendi suçu” ile düştüğü bir durum, doğuştan gelmeyen, öğrenilmiş bir yeteneksizlik olarak görür. Aklını bir başkasına emanet etmemek kişilerin elindedir; onlar eğitim yoluyla, kendi cesaret ve çalışkanlıklarıyla bu durumdan çıkabilirler. Hukuki anlamda reşit olmayan, yaşı henüz kemâle ermediği için sorumlu tutulamazken, felsefi anlamda “ergin olmayan” ergin olmamasından kendisi sorumludur. Bu yüzden Kant, aynı zamanda özgürlüğün zıddını, köleliği imleyen Unmündigkeit’ı, tiranlığı yerdiği söylevinde şu ünlü soruyu soran La Boétie gibi “gönüllü” bir tabiiyet olarak görür: “Eğer siz vermediyseniz, sizi gözetlediği bu kadar fazla gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor?”[2] Kant’ın aslında bir şey sormayan, aksine yargı veren ve sorumluyu işaret eden bu “soru”ya yanıtı La Boétie ile aynıdır: Özgürlüğünüzü sizi köle edenlere siz verdiniz!

Kant’ın hukuk kuramında diğer tüm edinilmiş haklardan farklı olarak, tüm akıl sahibi varlıkların doğuştan sahip olduğu, böylelikle de biricik doğal hak olarak tanımlanan “özgürlük”, “gönüllü kulluk”a nasıl dönüşür? Doğumumuzdan itibaren zaten hep varsa nasıl yitirilir ve onu yeniden kazanmak neden cesaret gerektirir? Bu sorulara getirilecek yanıt basitçe Kant’ın etik ile politika arasında köprü kuramadığı ve kendi kendiyle çeliştiğiyse, o halde Hegel’in Kant’a yönelik ithamı, yani düşünürün özgürlüğü salt ide olarak kavradığı fakat onun nasıl gerçekleştirileceği ile ilgilenmediğine ilişkin yorum doğru olur. Oysa yakından baktığımızda Kant’ın eserlerinde özgürlüğün nasıl gerçekleştirilebileceği meselesiyle doğrudan ya da dolaylı, farklı şekillerde meşgul olduğunu ve bu problemin peşinden gitmesinin sonucu olarak yaşamının son döneminde politika ve hukuk ile çok daha yoğun olarak ilgilendiğini görürüz. Özgürlüğün doğuştan gelen bir hak olması, onun bir olanak olduğu anlamına gelir ve bu olanağın gerçekleşmesi dış koşullara, heteronominin dönüşmesine, özgürlüğü engelleyen etmenlerin engellenmesine bağlıdır. Bu yüzden Kant 1797 tarihli Ahlak Metafiziği kitabında politik özgürlüğü mümkün kılacak bir hukuk kurmak ister. Kişilerin kategorik imperatif’e uymaları politik özgürlüğü var etmeye yetmez; onların aynı zamanda “özgür”, “eşit”, “bağımsız” birer yurttaş olmaları ve 1795 tarihli “Ebedi Barış”ta söyleyeceği gibi “kendi hakkında ancak kendisinin karar verebileceği ve kimsenin buyruğuna ve arzusuna bağlı olmayan bir insan topluluğu”nun kurulması gerekir.[3] Henüz 1784’te yazılmış “Aydınlanma Nedir?” metni Kant’ı varacağı bu rotaya sevk eden kavramsal patikalar sunar. İşte ergin olamayış durumu, “özgür”, “eşit” ve “bağımsız” yurttaş olmanın önündeki engellerden biridir. Kant’ın Aydınlanma’ya yönelik çağrısı, ancak yurttaşların her birinin ergin olmasıyla (mündig) bir gün karşılık bulabilir. Öyleyse Kant, politik özgürlüğün koşulunu, mevcut durumun yadsınması üzerinden koyduğu bir ideal olarak, ergin olamayışın zıddı olan “erginleşme”de, Mündigkeit’ta görür. Peki neden özel olarak bu kavramda? Kant’ın “otonomi”, “özgürlük” ve “cumhuriyet” gibi, eserlerinde sıkça kullandığı kavramlarla yetinmek yerine özellikle bu kavramı seçmesi, kavramlara bu denli önem veren bir düşünür için ayırt edici önemde olsa gerek!

Antik Yunan’daki phronesis erdeminden, Rönesans’ın humanitas idealine kadar felsefe tarihinde birçok kavram ile ilişkilendirilebilecek Mündigkeit, Kant tarafından kendi adına özgür konuşma ve aklın kamusal kullanımı becerisi olarak tanımlanır. Genelde, Almanca “ağız” anlamına gelen der Mund kelimesinden geldiği düşünülen kavram aslında die Munt kökünden türemiştir ve eski Almancada “el” ve “koruma” anlamlarına gelir.[4] Mündig, yani “ergin” olan kişi, ele alabilen, koruyabilen, temellük edebilen, kendi kendine yetebilen, kendi kendisinin efendisi olandır. Her ne kadar Kant, eski Almancadaki pratik içerikli ve zaman içinde unutulmuş, bu uzak anlamdansa aklın özgür ve kamusal kullanımını kastediyor olsa da, kavramın kökündeki gizli “el”, metnin politik mahiyetini daha da pekiştirmemizi ve Kant’a yeni sorular sormamızı sağlayabilir. Kişilerin kendi “suç”larıyla düştüğü bir durum olarak ergin olamama durumundan çıkış, eğer Kant’ın savladığı gibi öncelikle kendi aklını kullanmaya cesaret etmekle, yani kendi adına konuşabilmekle, ikinci olarak aklını kamunun hizmetinde kullanmakla, yani aynı zamanda herkes adına konuşmakla mümkünse, kendi adına konuşma cesareti gösteremeyenlerin korkaklığı ve “suç”u, onların kendilerini koruyamamaya, şeyleri temellük edememeye dayalı güçsüzlüklerinden kaynaklanıyor olmasın? O halde üstesinden gelinmesi bir cesaret gerektiren bu güçsüzlüğün sorumlusu nasıl yine kişilerin kendileri olabilir? “Gönüllü kulluk”a götüren, “gönüllü” bir güçsüzlükten bahsedilebilir mi, yoksa asıl sebep karşı çıkıldığında ağır bedeller ödenen, kimin elinde neyin olacağını, kimin neyden mahrum kalacağını belirleyen, toplumdaki güç eşitsizliği[5] midir?

Kant’ın ilk bakışta suçunu bireylere yüklüyor gibi göründüğü güçsüzlüğün sebebini sadece kişilerin iradelerinde değil, toplum yaşamında da bulduğu ve tam da bu yüzden aklın kamusal kullanımını salık verdiği satır aralarından çıkarılabilir. Zira, Kant’a göre doğadan gelmeyen güçsüzlük, “ikinci doğa” haline gelen kültür yüzünden bir kader gibi algılanır, yöneticiler halkın güçsüzlüğünden faydalanır ve onlar adına karar verecek vasiler/koruyucular yaratır: Yani Vormünder -yine Unmündigkeit ile Mündigkeit gibi Munt kökünden gelen üçüncü bir kavram!-. Kendini koruyamayanı koruyor görünen, kendi konuşamayanlar adına yargı veren bu vasiler, Kant’ın anladığı anlamda ergin sayılmadıkları gibi halkın erginleşmesi önünde de engeldirler. Çünkü önyargı ve dogmalardan, heteronominin zorunlu kıldıklarından bağımsız değillerdir. Munt sözcüğünün “el” ve “koruma” anlamlarını geri çağırarak Kant’ın vasilere yönelik eleştirilerini devam ettirirsek: Vasiler elde avuçta bir şeyi olmayanların yalnızca konuşma haklarını değil, aynı zamanda mahrum kaldıklarını kendi ellerine almışlardır. Başkasını korumak ve başkası adına konuşmak çözüm olmadığına, aksine bireylerin edilgenliğini artırdığına göre Kant’ın önerisi, kendi adına konuşurken diğer herkesin yararını gözeten, bağımsız aydınların eğitim yoluyla halkı erginleşmeye yönlendirmesidir. Bu aydınların rolü, vasilerden farklı olarak zekânın eşitliğini gözeterek düşünürken kendi aklını bir başkasının aklından üstün görmeme ve aklını birilerinin çıkarına değil, herkesin yararına yönelik olan kamusal kullanıma sunmadır. Fakat madem ergin olmak yalnızca kendi adına ve herkes adına konuşmayı değil, aynı zamanda bir gücü, bir şeyleri ele almayı, temellük etmeyi ve korumayı gerektiriyor dedik, o halde aydın olanlar zaten güçlü olanlar mıdır ve sadece güçlüler mi güçsüz olanlar adına konuşur? Bu da Spivak’ın ünlü “madun konuşabilir mi?” sorusunu hatırlatacak şekilde güçlü olamayanların zaten asla konuşamayacakları anlamına gelir. Kant’ın düşündüğü gibi güçsüzlerin yalnızca eğitim yoluyla güç kazanması ve düşüncenin gerektirdiği cesareti yüklenebilmeleri mümkün görünmemektedir. Geriye kalan tek seçenek hem güçlü hem bilge birinin yargılarına itaat etmektir. “Gönüllü kulluk”a karşı çıkan, cumhuriyetçi Kant’ın gerçekten bu sonuca vardığı söylenebilir mi?

Kant, bireyleri kendi aklını kullanmaya cesaret etmeye çağırdığı “Aydınlanma Nedir?” metninin sonunda ironik bir şekilde dönemin hükümdarı II. Friedrich’i otorite sahibi bir aydın olarak övdüğünde, Michel Foucault’nun işaret ettiği gibi hükümdarla “pek de örtük olmayan bir sözleşme yapar”;[6] düşüncenin özgürlüğünü sınırsızca kullanırken egemenin emirlerine itaat etmenin gerekçesini temellendirir. Böylelikle diyebiliriz ki “başkası adına konuşan” ile “kendi adına konuşamayan” arasındaki asimetrinin üzerini örter; sonunda da egemenin şahsında aydın ve vasi neredeyse birbirine eş kılınır. Ahlak Metafiziği’nde bu formül, egemenin halka karşı ödevleri olmadığı yalnızca hakları olduğu şeklinde dile getirilecek; yurttaşlara direnme hakkı yerine kalem özgürlüğü salık verilecektir.[7] Fakat Kant’ın egemenle sözleşmesinin berisinde gizli bir itaatsizlik de vardır.

Çağının politik olaylarına göre düşüncesini dönüştüren Kant’ın bu görüşlerine karşın bilge bir despot arayışında olmadığını ve onun, şiddeti bertaraf etmek, yavaş ve barışçıl bir dönüşümün önünü açmak için, “eşitliğe doğru giden”, kademeli bir özgürleşme modeli sunduğunu söyleyebiliriz. Zira “Ebedi Barış”ta Kant, “kralların filozof, filozofların kral olmasını beklememeli ve bunu dilememelidir, çünkü iktidarda olmak aklın yargıda bulunma yeteneğini bozar, tüketir”[8] diyerek tek bir yöneticinin herkes adına yargıda bulunması yerine erginleşmiş bireylerden oluşan bir yurttaşlar topluluğunun otonomisine işaret edecektir.[9] Demek ki, hem tek başına güç sahibi olup hem herkes adına düşünmek olanaklı olmadığına göre, gerçek bir erginleşme için sadece kalem özgürlüğü yetmez, herkesin herkes ile güç bakımından da eşit olduğu bir topluluğun kurulması gerekir. Mündigkeit kavramında saklı olan “el”in bize işaret ettiği gibi; zekânın eşitliği ellerin eşitliği olmadan işleyemez. Kant, kendi çağında hüküm süren eşitsizlikleri geçici olarak kabul eder gibi görünse dahi, bunun politik özgürlüğün önünde bir engel olduğunun ve felsefenin önünde bir problem olarak durduğunun pekâlâ farkındadır. Sonuç olarak Kant’ın ideal cumhuriyeti, “yasa ve özgürlüğün olduğu, fakat zorlamanın/şiddetin olmadığı”[10], eşit konuşma ve eşit yaşama hakkına sahip, dünya yurttaşlarının topluluğudur. Günümüz sorunlarına da çözüm olacak, Todd May’in deyimiyle “proto-anarşist” bir ideal![11]

Kant’ın soyut bir özgürlük kavrayışında olduğuna peşin olarak hükmedilemeyeceğine dair başka birçok örnek bulunabilir, fakat galiba en çok, Foucault’dan Adorno’ya,[12] 20. yüzyıl filozoflarının da üzerine çokça yazdığı, bu anlamda günümüzde hala güncelliğini koruyan “Aydınlanma Nedir?” makalesindeki Mündigkeit kavramı, Spinoza kadar, Marx kadar olmasa da, Kant’ın da özgürlüğün sadece doğru düşünme meselesi değil, aynı zamanda bir güç meselesi olduğunu sezdiğini ve ardıllarına ilham verdiğini bize anlatır. Düşünce özgürlüğünü eylem özgürlüğünün önüne koysa da Kant’ın, doğru düşünmeyi aslında salt bir başlangıç olarak gördüğünü ve eleştirel zihnin genişlemesi ile zekânın eşitliğini cumhuriyet idealinin kırılgan temelleri olarak ele aldığını söyleyebiliriz. Tek tek kişilerin özgürlüğe yönelik iradesi, toplumdaki güç eşitsizliğinden bağımsız değildir ve bu yüzden kültürde ve yaşamda bir dönüşüm hedeflenmelidir; eğitim, bu dönüşümün katalizörü olan kalem özgürlüğünün güvencesidir. Kant’ın sezdiği fakat üzerinde durmadığı esas problem ise, kaleme ulaşamayanların özgürlüğünün ne olacağıdır. Hegel’den Arendt’te, Marx’tan Rancière’e kadar Kant sonrası politika felsefesi bu problemi miras alır.

Kalemlerin özgürlüğünden, ellerin özgürlüğüne, özgürlüğün eşitlikle ilişkisi problemi günümüze dek uzanıyor. Bugün düşüncelerin kamuyla paylaşımı yeni iletişim teknolojileriyle Kant’ın çağına göre çok daha kolaylaşmış ve yaygınlaşmış gibi görünse de, “başkası adına konuşanlar”ın zekânın eşitliğine olan sadakatsizliği ile “kendi adına konuşamayanlar”ın sessizliği, “gönüllü kulluk”un kökenindeki toplumsal koşulların üstünü örtmeye devam ediyor. Kant’ın Mündigkeit idealinin yalnızca herkes adına özgür konuşma ile ilgili değil, aynı zamanda güçlerin eşitliği ile de ilgili olduğunu görmek ve “kendi adına konuşamayanlar”ın toplumsal olarak nasıl güçleneceği üzerine kafa yormak bugün hâlâ bu yüzden önemli.


[1] Immanuel Kant, “‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, Kant, (çev. Nejat Bozkurt) içinde, İstanbul: Say Yayınları, 2005, s.261. Bozkurt’un çevirisindeki ifade “insanın aklını başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışı”dır. Bu alıntıda ise Almanca orijinalindeki Unvermögen sözcüğünü vurgulamak için cümle, “… kullanamamaya dair yeteneksizlik” olarak ifade edilmiştir. Almanca orijinali için bkz: Immanuel Kant, “Beantwortung der Frage: Was ist Aufklärung?”, Immanuel Kant-Politische Schriften, (ed.Otto Heinrich von der Gablentz) içinde, ss.1-8, Springer Fachmedien: Wiesbaden, 1965.

[2] Etienne de La Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev. Mehmet Ali Ağaoğulları, Ankara: İmge Yayınevi, 2011, s.25. Ayrıca Kant ve La Boétie arasındaki ortaklıklarla ilgili olarak Ağaoğulları’nın Söylev’in çevirisi için yazdığı sonuç bölümüne bakılabilir: a.g.e., ss.118-120.

[3] Immanuel Kant, “Sürekli (Ebedi) Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme”, Kant, (çev. Nejat Bozkurt) içinde, İstanbul: Say Yayınları, 2005, s.280.

[4] Kavramın etimolojisi için bkz: https://www.dwds.de/wb/m%C3%BCndig ve https://www.duden.de/rechtschreibung/muendig#synonyme Latince “el” anlamına gelen manus ile eski Almancadaki Munt sözcüğü akrabadır. Mündig, aynı zamanda bir evin reisi olan kişinin sıfatıdır.

[5] Ekonomik, toplumsal cinsiyete ve yaşa dayalı, yabancılara yönelik, her türlü toplumsal eşitsizlik.

[6] Michel Foucault, “Was ist Aufklärung?”, Ethos der Moderne, (ed. Eva Erdman, Rainer Forst, Axel Honneth) içinde, ss.35-54, Frankfurt am Main: Campus Verlag, 1990, s.40.

[7] Immanuel Kant, Methapysik der Sitten, Frankfurt am Main: Suhrkamp,1977, s.438.

[8] Immanuel Kant, “Sürekli (Ebedi) Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme”, s.308.

[9] Bu kısa yazının sınırları içinde açımlanması mümkün olmayan savların nasıl temellendirildiği ile ilgili olarak Kant’ın toplumsal otonomiye ve eşitliğe yönelik anti-otoriter düşüncelerinin tartışıldığı, burada ele alınan düşüncelere kaynaklık eden, şu iki makaleye bakılabilir: Toros Güneş Esgün, “Kant’ın Hukuk Öğretisinde Yurttaşlık Durumuna Geçiş ve İzin Verici Yasanın Olanakları”, FLSF, Sayı 23, ss. 139 – 158, 2017 (https://dergipark.org.tr/tr/pub/flsf/issue/48630/617979) ve “Beğeni Yargılarından Hukuk ve Politikaya: Kant’ın Ahlak Metafiziği’nde Estetiğin İzleri”, FLSF, Sayı 30, ss.345 – 358 (https://dergipark.org.tr/tr/pub/flsf/issue/58166/801524)

[10] Kant, Anthropologie in pragmatischen Hinsicht kitabında yönetim biçimlerini sınıflandırırken cumhuriyeti, yasa, özgürlük ve zorlama/şiddetin birliği olarak tanımlarken, anarşiyi yasa ve özgürlüğün olduğu, zorlama/şiddet’in olmadığı, gerçekleştirilmesi zor fakat ideal bir durum olarak tanımlar, Bkz: Anthropologie in pragmatischer Hinsicht, Leipzig: Immanuel Müller Verlag, 1833, s. 319.

[11] Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi (çev. Rahmi G. Öğdül, Ayrıntı Yayınları) kitabının yazarı Todd May, Kant’ın liberal siyaset felsefesinden ziyade anarşist siyaset felsefesine dahil edilmesi gerektiğini savunur. May’in Kant’ı adalet kavrayışı üzerinden proto-anarşist bir düşünür olarak okuduğu ve Lyotard’ın Kant yorumunu temel aldığı makale için, Bkz: “Kant the Liberal, Kant the Anarchist: Rawls and Lyotard on Kantian Justice”, The Southern Journal of Philosophy (1990) Vol. XXVIII, No. 4, ss.525-538.

[12] Bkz. Theodor W. Adorno, Erziehung zur Mündigkeit, Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag, 2013.