Kant’s Position in the History of Philosophy According to a Conceptual Selection

15 April 2021 / Comments Off on Kant’s Position in the History of Philosophy According to a Conceptual Selection

English Blog

*This article is written in Turkish.

Author: Lale Levin Basut

Felsefe tarihindeki temel kavramların ve soruların izini sürdüğümüzde, bunların düşünürler tarafından ilk bakışta hemen göze çarpmayan, örtük bir bağlantılılık içerisinde ele alındığını ve yanıtlandığını yakalarız. Bir kavrama [kimileyin artık yitirilmiş] kökenini de hesaba katar bir tarzda bakmak, bize düşünürün sorusunun ve derdinin nasıl oluştuğunun, dahası bu sorunun düşünürün yürüdüğü yol üzerinde yanıtlanıp yanıtlanamayacağının ipucunu verir. İşte felsefe tarihinde Aristoteles ile çokkatlılığını kurmuş olan “doğa” (physis) kavramı, peşinde takıldığımızda bizi felsefe tarihi içerisinde yolumuzu bulabileceğimiz bir harita çıkartmaya davet ediyor. Bu harita herhangi bir yol ve gelişi güzel bir varış yeri tarif eden bir harita değil, aksine felsefenin en temel dertlerinden birinin diyesim “neden”  ve “nedensellik” sorularının haritasıdır. Bu haritanın ilk uğrağı pek çok Aristoteles metni içerisinde geçen (Bkz.: De Anima, Gökyüzü Üzerine vd.) şu savdır: “Doğa hiçbir şeyi boşuna yapmaz”. Doğa (physis) kavramı Ortaçağ’a aktarılışında ve buradan Descartes, Locke, Hume ve Kant’a geçişte Aristoteles’in bu kavrama yüklediği içeriği yitirmiştir ve Aristoteles için hiçbir biçimde söz konusu olmayan, bambaşka bir problemi karşımıza sermektedir. Nitekim Aristoteles’e göre, zihinden ayrı bir kurallılık, düzenlilik ya da yasalılık olarak “doğa” söz konusu değildir. Ona göre “doğa” hep bir şeyin doğasıdır, bir kendiliğindenlik ırasıdır ve hep belli bir varolanda bulunur. Bir varolandan ya da varolanlardan ayrı bir “doğa” Aristoteles’in tasarladığı türden bir doğa değildir. Buna göre, “doğa hiçbir şeyi boşuna yapmaz” da şu demeye gelmektedir: her bir nesnenin yapısında ne varsa, ne oluşmuş ise, bu boşuna değildir. Sözgelimi bitkide kökler vardır çünkü onun canlılığını sürdürebilmesi (ya da “eu” (iyi) kılabilmesi için) için bu türden bir organon’a (araç) ihtiyacı vardır. Aristoteles’e göre, hiçbir varolanın, kendisinden hareketle düşünülemeyecek olan bir ereği yoktur. Her bir varolanın ereği kendini kendi olanakları çerçevesinde gerçekleştirmesi ve tam kılmasıdır. Peki bu “teleoloji”, “erekselllik” tartışması nereden çıkıyor? “Aristoteles Teleolojisi” ezberinin temeli nedir? Tam da şu: doğa kavramının Thomas Aquinas üzerinden Ortaçağa aktarımı. Bu aktarıma göre, Aristoteles’in “physis”i varolanlardan ayrı, kendi başına düşünülebilecek bir şey haline gelmiştir denilebilir. Latince karşılığı ile, Ortaçağ’ın “natura”sı bizim de bugün içerisinde devindiğimiz bir doğa anlayışını imler. Bu bakışa göre zihinden ayrı bir kurallılık, düzenlilik hatta bir yasalılık olduğu söylenmelidir ve bu yasalılık yine benim sınırlı zihnim aracılığıyla bir ölçüde takip edilebilir. Ne ki bu kurallılığının izi sürüldükte zihin bir açmaza düşer: Her bir etkinin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar diye gider diye düşünülebilir! Ama “sonsuz geriye gidiş” saçmadır dahası Ortaçağ’ın burada sıkı bir durdurucusu vardır: Bu kurallığın bir tasarlayıcısı vardır diyesim tüm etkilerin olanaklılığını kendisinde taşıyan bir ilk nedenden (prima causa olarak Tanrı) söz edilebilir. Ortaçağ’ın bu soruşturmalarında her uğrakta hesap vermeye ve temellendirmeye de gerek yoktur nitekim usun ışığının yetmediği yerde yol gösterici şey “lumen fidei” diyesim inancın ışığıdır. Ortaçağ sonrası doğaya bakış da kavram içeriği bakımından tastamam Ortaçağcadır. Burada, Ortaçağdan farklı olarak 1) bir ilk neden soruşturması “lumen naturale rationis” (aklın doğal ışığı) ile kotarılmaktadır (Descartes); 2) bu yapıyı çözmenin aracının belki de başka bir şey olabileceği yollu savdan hareketle karşımıza “matematiksel fizik” çıkmaktadır (Locke-Newton). Eğer zihinden ayrı bir kurallılık, bir düzenlilik hatta yasalılık var ise, bu şu demeye gelir: zihinden ayrı olup bitenler alanı “olduğundan başka türlü olamaz” buradaki kurallılık öyle bir kurallılıktır ki aykırı bir duruma izin vermez. O halde kendisinden çok yüksek kesinlik (yasalılık) beklenen bu alan diyesim “olup bitenler” ya da “olgular” alanına, yine kendisinden en yüksek kesinlik beklenecek alan ile bakmak yani matematik ile bakmak uygun olacaktır (bkz. Newton’un Principia Mathematica Philosophiae Naturalis’i); 3) bu kurallılıktan/bağlantılılıktan çıkış ya da aykırı bir durum olanaksızdır; olup biten her şey, yeterli bir belirleme söz konusu olmadıkça meydana gelmez (Bkz. Leibniz’in “doğa sıçrama yapmaz” yollu savı); 4) ya da zihinden ayrı diye düşünülen bu kurallılığın, düzenliliğin hatta yasalılığın “psikolojik” bir şey olduğu ve zihnin olguya maruz kalmasında ortaya çıkan bir duygulanımdan ötürü ortaya koyduğu bir ide olduğu (idea of necessary connexion/zorunlu bağlantı idesi) vurgulanmaktadır (Hume). İşte 18. yüzyılda, “doğa” kavramını bu sayılan tarzlardan farklı, daha önce görülmedik bir biçimde hatta kendi ifadesi ile “bir Copernicus devrimi” yapar tarzda inceleyen Immanuel Kant karşımıza çıkmaktadır. Kant’ın “neden”in neliğine, “doğa” kavramına bakışı onun felsefece soruşturmasının pek çok uğrağı arasında herhangi bir uğrak değildir, aksine hemen her bir metninde hep yeniden karşımıza çıkmaktadır ve farklı alanlardaki soruların (sözgelimi pratik alanda özgürlük; teleolojide ereksellik, sanat alanında örtüşme (Angemessenheit) olarak “güzel olan” (Schöne) ve “müthiş olan” (Erhabene)) anlaşılabilmesi ve yanıtlanabilmesi ancak neden ve doğa kavramlarının anlaşılması ile olanaklıdır. Kant’ın temel derdi pek çok kez Antikçağca bir derttir ve pek çok Grekçe kavramı kullanması (analysis, synthesis, apodiktisch, das dynamisch Erhabene vd.) ve bunları kullanmadaki tarzı da buna örnektir. Bu türden bir iç ve örtük bağ ile Kant, Aristoteles’in “doğa” kavramının bu zihnin dışına taşınmış ve zihinden ayrı bir kurallığa, düzenliliğe hatta yasalılığa işaret eden halini alır ve bunu zihnin içerisine taşır. Doğa, formaliter spectata (biçimsel olarak bakıldıkta) Anlama Yetisinin (Verstand) ta kendisidir; materialiter spectata (içerikli biçimde bakıldıkta) ise kurulmuş olan doğadır diyesim Görünüşler (Erscheinungen) ve Kategorilerin bir araya gelmesinde ortaya çıkan doğadır. Bu beriki Newton’un incelediği ve kurallığı da zihinden ayrı ve kendi içinde diye düşündüğü doğadır; “bilim insanı”nın araştırma nesnesi olan “doğa”dır.  

Kant “doğa” (Natur) ile birlikte “nesne”yi de zihne taşımakta ve onu [Descartes’tan da hareketle] zihinde bir tasarım, bir Repraesentatio (bir “şey”in yerine duran, beliren şey) olarak ele almaktadır. (Bu türden bir nesne anlayışının Aristoteles’te yerinin olup olmadığı sorusu, düşünürleri felsefe tarihi anlatılarının etiketleri ile ele almaktan olabildiğince kaçınan birinin yanıtlayacağı türden bir soru olabilir.) Bu tasarımın kurulmasının başlangıcı zihnin bir yetiye göre belli bir biçimde etkilenmesi ile söz konusu olmaktadır, ne ki etkilendikte, zihin kendisinden hareketle bu tasarımın kurgusuna nice şey katmaktadır. Tasarımlamaya yetili bu zihnin, bilginin kurulmasında söz konusu olan üç temel olanaklılığı vardır. Bunlar 1) Duyumsama Yetisi (Sinnlichkeit), 2) Kurgulama/İmgeleme Yetisi (Imaginatio/Einbildungskraft) ve 3. Anlama Yetisidir (Verstand). Son derece yalın bir şekilde, bu yetilerin yaptığı iş şöyle tarif edilebilir: Tek tek tasarımları kurma, bu tasarımlardaki benzer olanları (gleichartige) birbirine tutuşturma, ekleme, bitiştirme, bir araya getirme; bunları düşünmeye yarayan tasarımlar (kavramlar) olarak kurma ve bir kez bu kavramlar kuruldukta bunlar aracılığı ile düşünme. Buna göre “neden” bizim zihnimizin bir tasarımının çok belli bir kullanımından hareketle biriktirerek kurduğumuz bir kuraldır (notio) ve bir kez kuruldukta bu kural aracılığıyla yine dönüp bu tasarımları a priori düşünürüz. Doğa ise zihnin kendi duyumsama yetisine özgü saf tasarımlarından hareketle kurabildiği kuralların tamamına verilen genel addır.

“Doğa” ve “neden” kavramlarının izini sürdüğümüzde, bu kavramların ve bunlarla birlikte giden felsefece sorulara verilen yanıtların 18. yüzyılda Immanuel Kant ile daha önce görülmedik bir tarzda ele alındığını ve Ortaçağ’ın “yanılgılarından” ve “sınır aşımlarından” arındırıldığını görmekteyiz.

O halde şu şekilde yeniden ifade edelim: 18. yüzyıla doğru giderken karşımıza çıkan hemen her düşünür Kant’ın bir ya da birden çok sorusunu Ortaçağ ile bir bağlantı içerisinde ifade etmektedir. Ne ki bütün bu sorular ancak Kant’ın kendilerine verdiği yanıt ile açık kılınmakta ve araştırma onun ortaya koyduğu sonuç önermeleri ile bir durağanlığa (epi-stenai) erişmektedir. Dahası 18. yüzyıldan sonra da Kant’ın metinlerinden hareketle (dolaylı ya da dolaysız biçimde) iş görmeyen bir düşünür yoktur denilebilir.

Immanuel Kant, felsefe tarihinin, çekip çıkarıldıkta anlamını olduğu gibi yitireceği en temel ve en sıkı uğraklarından biridir ve felsefe tarihindeki farklı düşünürlerin bir akıl yürütmeyi ortaya koymadaki sağlamlıkları değerlendirildikte, onun iş görme tarzı için, “ne akşam yıldızı ne de sabah yıldızı bu kadar müthiştir” (Aristoteles, EN, 5. Kitap) denilebilir.