“The Sleep of Reason Produces Monsters”

8 November 2022 / Comments Off on “The Sleep of Reason Produces Monsters”

English Blog

Author: Aydın Gelmez

*This article is written in Turkish.

Goya ve Kant; varoluşlarının yaklaşık 60 yılı kronolojik olarak kesişen, bu, biri resimde biri felsefede çığır açmış iki çağdaş figürün birbirlerinden haberdar olduğuna dair elimize ulaşmış bir bilgi yok. Dahası Goya’nın Aydınlanma ile ilişkisi  de çelişik yorumlara açık. Yine de bu iki figürün aynı çağın tininden pay aldığını söyleyebiliriz. Kendi payıma, Los Caprichos’tan, daha doğrusu bu serideki resimlerden biri olan El sueño de la razón produce monstruos’tan  (Aklın uykusu canavarlar yaratır) haberdar olduğum andan bu yana Goya’nın bu resmiyle Kantçı akıl kavrayışı arasında bir ilişki kurma eğilimi, resmin adını ilk Eleştiri’deki diyalektik eleştirisinin metaforu olarak, resmin kendisini ise  “canavar”ın taşıdığı hem metafizik içerimler hem de politik imalar çerçevesinde bir alegori olarak görme eğilimi taşıyorum. Özetleyeyim.

Goya, El sueño de la razón produce monstruos

Kant’a göre felsefe insan aklının temel soruları olarak “Neyi bilebilirim?” “Ne yapmalıyım?”  ve “Neyi umabilirim?” soruları çerçevesinde insanın özsel ereklerinin, temel ilgilerinin bilgisidir; felsefenin tarihi boyunca bu tür bilgiler ortaya koyduğunu iddia eden felsefi çabalar ise metafizik başlığı altında ele alınır. Bu tarihe bakan Kant birbirleriyle biteviye bir mücadele içinde iki büyük kamp görür; bunlar metafiziği yok sayan kuşkucular ve aklın kimi başarılarından hareketle ona hiç erişemeyeceği payeler biçen dogmatiklerdir.  Kant’a göre bu hercümerçten ya da onun diliyle, muharebe alanından çıkışın yolu, kavramın  gelenekselleşmiş anlamıyla, metafiziğin imkanını,  yani aklın deneyden bağımsız bilgiler ileri sürme hakkının dayanağını göstermektir. Kant bunun ipucunu, güneş merkezli bir evren sistemiyle gökyüzündeki iki bin yıllık ilmekler yığınına son veren Kopernikus’tan alır ve bilgiler söz konusu olduğunda bilme nesnelerine bakmak yerine öznenin deneyi ve kim bilir, belki deneyden de fazlasını mümkün kılan bilme yetilerine odaklanır. Zira metafiziğin imkanı, ancak burada, bu yetilerin deneye dayanmayan bilgiler (Kantça, sentetik a priori yargılar) ortaya koyabilmesinden geçmektedir. Eğer akıl böyle bilgiler ortaya koyamıyorsa bir metafizik ve dolayısıyla insan aklının en yüksek ereklerinin bilgisini üretmek de olanaksızdır. Böylece soru, ilk uğrak olarak, bilme yetilerinin bilgiyi nasıl mümkün kıldığına dönüşür. Kant bu uğurda bilme yetilerinin bir analitiğini yapar ve (bilginin içeriğini oluşturan) görüyü mümkün kılan “duyusallık” ile görülerdeki çeşitliliği belirli kavramlar altında sentezleyen, böylece görülerden hareketle yargılarda bulunmamıza olanak veren “anlama yetisi”ni ele alır. Buna göre duyusallığın sağladığı görüler saf anlama yetisinin kavramları ya da kategorileri altına (kendiliğinden) yerleştirilerek deneyi oluşturur. Dolayısıyla deney (ve bunun sonucunda deneyin bilgisi) insanın bilme yetileri dolayımıyla varlığa gelir. Bununla birlikte, deneyin özne tarafından sentezlendiği iddiası, görünüşlerin temelinde bulunan ama deneyde verilemeyecek bir “kendinde şey” kavramına götürür. Böylelikle Kant’ın tüm felsefesini kat edecek, hem büyük bir engel hem bereketli bir toprak olarak görünüş ve kendine şey ayrımı ortaya çıkar. Büyük bir engeldir, çünkü Kant bilme söz konusu olduğunda yetilerin, ama esas olarak anlama yetisi kategorilerinin (duyusallık için başka olanak yoktur zaten) ancak görünüşlerle ilgisinde kullanılmasında ısrar eder, yani kategorilerin kullanımı hep koşulludur. Akıl eğer kategorileri görünüşlerin ötesinde bir koşulsuza ulaşmak için kullanır ve koşulsuz kavramlara, yani idelere ulaşırsa olumsuz anlamıyla diyalektik ya da “kuruntunun mantığı” ortaya çıkar. Metafiziğin geleneksel “canavarlarının” peyda olduğu yer de burasıdır. Çünkü burada akıl kategorilerin deneyle ilgisinde kullanılma koşuluna gözlerini kapamış  ve (olumsuz anlamıyla) diyalektiğe düşmüştür. Dolayısıyla aklın kendi kendisiyle öznel olarak uğraşırken düştüğü bu olumsuz diyalektiğin “aklın uykusu”nun bir ürünü olduğu söylenebilir.  

Burada biraz uzunca bir parantez açalım ve buraya kadar teorik akıldan ve bilmeden söz ettiğimizi hatırlatalım.  Zira aklın aynı zamanda pratik de olduğu, insanın (Dilthey’ın Locke ve Hume’la birlikte Kant’ı yererken söyleyeceği gibi) damarlarında saf aklın imbikten geçmiş özsuyunun değil gerçek kanın da dolaştığı, insanın eyleyen, arzulayan bir varlık da olduğu gösterildiğinde hem kategoriler hem de görünüş ve kendinde şey ayrımı başka bir anlam kazanır:

“Kategoriler düşünmede duyusal görünün koşullarıyla sınırlı değildirler; tersine sınırsız bir alanları vardır ve yalnızca düşündüğümüz şeyin bilgisi, nesnenin belirlenimi görüye gereksinir. Görünün olmadığı yerde nesnenin düşüncesi öznenin akıl kullanımı için hala gerçek ve yararlı sonuçlar taşıyor olabilir. Çünkü aklın kullanımı her durumda her zaman nesnenin belirlenimine yani bilgiye değil, öznenin ve onun istencinin belirlenimine de yönelir.”[i]

Bu pasajdan başlıca iki sonuç çıkarılabilir: ilk olarak, düşünülür olanın, gerçekliğinden bağımsız olarak hala düşünülür olması için tek imkân, duyusal görünün koşullarını ihlal ettiğinde bile hala kategorilerle düşünülmesidir; yani “Aklın uykusunun yarattığı canavarlar” ve hayaller de kategoriler olmaksızın varlığa gelmez. (Eleştirinin negatif ödevi aklın bunları bildiğini öne sürerken içine düştüğü yanılgıyı göstermektir.) İkinci olarak, anlama yetisi kategorilerinin sadece bilme yetisi ile değil arzulama yetisi ile de ilişkisi vardır. Bir bilme nesnesine belirlenim kazandırmak için değil de insanın istemesinin belirlenmesi için kullanıldığında anlama yetisi kategorileri, görüler olmaksızın hiç de “boş” olmak zorunda değildir. Böylece, Kant için teorik aklın düştüğü diyalektiği (nesnelerine teorik bir gerçeklik atfetmeden) verimli biçimde kullanabileceği yeni bir yol açılır. Heine’nin, Kantçı teorik akıl eleştirisinin öldürdüğü deizmin cesedinin pratik akıl eleştirisi ile diriltildiği yollu eleştirisi bu çerçevede anlaşılmalıdır.

Yeniden esasa dönersek; metafiziğin geleneksel “canavarlar”ı yanında insan suretindeki canavarlar, bilhassa politik “canavarlar” düşünmek, aklın uykusunu ise kolektif bir görmeme/bilmeme, daha kötüsü görmezden gelme/birlikte yürüme olarak düşünmek bizim için neredeyse kaçınılmaz. Aynı adımı Kant için de atabilir miyiz? Kant’ın politik canavarlar tasarladığını var sayabilir miyiz? Bu adımı atmak birkaç bakımdan güçtür. Zira Kant’la aramızda tarihsel bir mesafe, dolayısıyla siyasal deneyimlerimiz arasında muazzam bir fark vardır. Kant da elbette barbarca savaşlar, despotik hükümetler görmüştür, duymuştur, ama milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan dünya savaşlarını ve atom bombalarını, despot ya da tiran sözcüklerinin, yanlarında övgü ifadesi olarak kalacağı diktatörleri, Auschwitz’i görmemiştir. Bunun yanında Kant’ın isyanı, devrimi  ve –bir genel istencin oluşumundan sonra “halkın devletin yöneticisine karşı zor kullanma hakkı (sözle ve eylemle itaatsizlik etme hakkı) asla yoktur”[ii] demesine bakılırsa– itaatsizliği bile yasakladığı göz önüne alındığında, alaşağı edilmesi gereken bir barbar egemen fikri de yoktur. Ayrıca Kant, “aydınlanmış despotlar” çağının ferdi olarak, devlet içi siyasal iyileşmeyi ve aydınlanmayı asla aşağıdan yukarı değil, hep yukarıdan aşağı bir ilerleme olarak düşünmüştür. Burada “yukarıdan aşağı” da tepeden inme anlamına gelmez, kendisi de aydınlanmış egemenin, kamunun aydınlanması için gerekli araçları sağlaması anlamına gelir. Özetle Kant’ın siyasal özne tasarımı da bizim sahip olabileceklerimizden başkadır.

Burada çizdiğimiz ve pek çok tartışmaya açık bu karikatüre rağmen Kant felsefesi ile politik canavarlık arasında iki bakımdan ilişki kurulabilir: egemen ve uyruklar/yurttaşlar bakımından. Kant’a göre fiili politikanın ödevi  “herkesin özgürlüğünü başkalarınınki ile tutarlı kılabilen yasalara göre en büyük insan özgürlüğünü tanıyan bir anayasa”[iii] yaratmaktır. Bu biçimsel ilke koşulsuz buyruğun, insanların birbirleriyle etkileşmek zorunda olan özgür özneler olarak düşünülmesiyle ulaşılan politik bir uzantısıdır. İlkenin biçimselliği egemenin, yurttaşların birbirleri karşısındaki özgürlüklerini tesis etmek ve korumak dışında, onlara herhangi bir “iyi”yi empoze edemeyeceği anlamına gelir. Tam da bundan hareketle Kant düşünülebilecek en büyük despotizmin, kendi mutluluk ve iyi tasarımından yola çıkan egemenin, edilgin birer çocuk muamelesi yaptığı uyruklarına, nasıl mutlu olacaklarını buyurduğu paternalist hükümet olduğunu söyler.[iv] Yani egemen, aklın pratik koşulsuz buyruklarına gözlerini kapatır, arzulama yetisinin olumsal bir içeriğini koşulsuz bir iyi olarak tasarlar ve uyrukların kendi kendilerinin sahibi etkin birer özne olduklarını inkar eder. Bizim aşina olduğumuz tüm diktatörlüklerin müştereğidir bu. (Ama argümanımıza sadık kalmak adına kastımızı da aşmayalım. Zira, örneğin, Primo Levi İtalyan faşizminin bir gevşeklik ve dikkatsizliğin ürünü olmayıp, adaletin bilinçli bir reddi olduğu, hesaplı yalanların üzerine kurulu tiksindirici bir hukuk düzeni olduğunu söyler.)[v]

Egemen ve uyruk arasındaki bu eşitsiz ilişkide uyruğun suçu ise bir vasi olarak egemenin buyruklarına gönüllükle riayet etmektir. Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” yazısında dile getirdiği toyluk (unmündigkeit) uyrukların bu tutumuna karşılık gelir. Herhangi bir alandaki “hakikati” kendisine söyleyen, buyuran bir egemen olduğu sürece uyruğun düşünmesine gerek yoktur. “Toyluk hali çok rahattır”[vi] çünkü. Ama bu rahatlık aynı zamanda egemenin yaptıklarını görmemek, onun adaletsiz fiillerine gözlerini kapamak demektir ve bir masumiyet hali de değildir. Aksine bir suç ortaklığıdır. Ne yapabilirler peki? Aslında Kant’ın bu konudaki düşünceleri etrafında epey çetrefil tartışmalar yürütülmüştür. Ama baskın yorum, aydınlanmamış bir toplumda itaatten başka seçenek bulunmadığı, her baskı rejiminin nihayetinde kısa ömürlü olmak zorunda olduğu, görece aydınlanmış ve kamusal ifade özgürlüğü sağlanmış bir toplumda ise kamusal eleştiri ile zamanla ilerleme sağlanacağıdır. Elbette bunlar, örneğin, Holokost gibi bir barbarlık karşısında çok sönük önerilerdir. Yine de hiç değilse aklın politik bir cürüm karşısında uyumaması gerektiği yetersiz olmakla birlikte, zorunluluğunu sayısız örnekte kanıtlamış bir başlangıç ilkesi olarak kabul edilebilir.


[i] Kant, 2010, Arı Usun Eleştirisi, B167, çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınevi

[ii] Kant 2022, Politik Yazılar, s. 100, çev. Aydın Gelmez, Ankara: Dipnot Kitap

[iii] Kant, 2022, age, s. 85

[iv] Kant, 2022, age, s. 86

[v] Primo Levi, Periyodik Tablo, s. 125, çev. Feza Özemre, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi

[vi] Kant, 2022, age, s. 40