Author: Seniye Tilev
*This article is written in Turkish.
Kant’ın din üzerine görüşleri belki de Kritik felsefesinin en tartışmalı, uzlaşıdan en uzak olunan kısmını teşkil eder. Andrew Chignell’in konu ile ilgili makalelerinden birine “Kant’ın Göstermiş Olduğu gibi…” (“As Kant has shown”) ironi yüklü başlığı tercih etmesi bu durumu bir hayli güzel özetler. Çünkü Kant üzerine çalışan hemen herkes Kant’ın din ya da din felsefesi alanında birçok şeyi “açıkça göstermiş” olduğunu savunur ve kimi zaman bu “açıkça gösterildiği savunulan görüşler” birbiriyle bir hayli çelişen yorumları içerir. Peki durum neden böyledir? Söz konusu din olunca Kant’ın kendisini anlamaya çalışmaktan çok, duymak istediğimiz Kant’ı mı bulup çıkarırız? Yoksa Kant gerçekten de çok katmanlı ifadeler ve ucu açık tanımlamalarla bu çeşitliliğe bizzat mı sebep olmuştur?
Kant’ın din felsefesini inşa ettiği temel dinamiklere ve konuyu ele aldığı metinlere bakarsak belki de yukarıdaki her iki soruyu da olumlu yanıtlamak mümkündür. Bilindiği üzere Kant insanın ne olduğu anlamak üzere Kritik felsefinde üç temel soruya yanıt arar: “neyi bilebiliriz?”, “ne yapmalıyız?” ve “ne ümit edebiliriz?”. Aslında bu sorulara verdiği yanıtlar aynı zamanda bize Kant’a göre nasıl bir felsefe, bilme ve inanç alanının açığa çıktığını da gösterir. Kant birinci Kritik’te insanın bilişsel kapasite ve sınırlarını irdelerken, Tanrı’yı (ruh ve özgürlükle beraber) biliş sahamızın dışında kalan aklın bir ideası olarak ele alır. Akıl yürütmelerimizin en nihai noktasında, “en gerçek varlık olarak” (ens realissimum) Tanrı “kavramı” karşımıza çıkar. Ancak Kant klasik Tanrı ispatlarını bütünüyle reddederek kavramsal zorunluluk ve çıkarımlardan hareketle, o kavramın gerçekte (Wirklichkeit) herhangi bir varlığa ya da nesneye tekabül edip etmediğini bilemeyeceğimizi söyler. Yani akılda var olan Tanrı gerçekten de var mıdır bunu bilmek bizim için imkansızdır ve hep öyle kalacaktır.
Böylelikle Kant Tanrı inancını bilmek ediminin (Wissen) sahasından çıkarır. Diğer yandan bu üzerinde yalnızca fikir (Meinen) sahibi olduğumuz herhangi bir mesele olarak da kalmaz, çünkü Kant’a göre inanç (Glauben) teorik akılda kaybettiği itibarını pratik aklın kullanımında geri kazanır (KdrV A822-3/B850-1). Ancak bu itibar pratik alanın en temel meselesi olan “ne yapmalıyım?” sorusunun yanıtıyla da ilişkili değildir. Zira ahlak yasası aklın evrensel bakış açısıyla kurulur. Burada yegâne otorite bu aklî iradenindir. Yasanın içeriğini tespit eden de yasanın yaptırım dayanağı da akıldır. Yani, bu rasyonellikten bağımsız bir otorite söz konusu değildir. Ne Tanrı, ne bireye özgü bir iyi yaşam ideali; ne kral, ne de başka bir siyasi otorite, ahlakın zemini ya da yaptırımının dayanağı değildir. Ahlaklı olmak imkânı ve zorunluluğu öznenin rasyonel varlığında temellenir. Bu açıdan dindarlık ahlaklılığın zorunlu bir koşulu değildir. Ahlak buyruğu zorunlu olarak Tanrı buyruğu olarak nitelenmemiştir. Çünkü Kant’a göre ahlak alanı görecelilikten uzaktır. Ahlak önermeleri evrensel geçerliliği olan doğrulanabilir ve yanlışlanabilir önermelerdir. Oysa az evvel belirtildiği üzere Tanrı varlığı, insanın bilişsel kabiliyetleri itibariyle ispatlanabilir olan şeylerin arasında, ya da objektif bir doğrulama ve yanlışlamanın mümkün olduğu sahada yer almaz. Kant’ın ahlak ile diğer tüm iktidar alanları arasına koyduğu sınırları daha iyi görebilmek için geç dönem politik eserlerine bakmak faydalı olacaktır. Zira bu metinler boyunca Kant; merkezinde bireyin özgürleşmesinin yer aldığı, ulusların bir arada barış içinde yaşamasının mümkün olduğu en geniş daireye kadar uzanan hatta aynı ahlak ilkelerini takip eder. Kant’a göre ahlakın temel nosyonu adalettir. Ve adalet temelini mutlak iyilik, mutlak adalet ya da başka bir meta kavrama göndermeyle edinmez.
Kant’a göre inancın ait olduğu yer “neyi ümit edebilirim?” sorusunun cevabındadır. Kant, herkesin doğal olarak mutlu olmayı arzu ettiğini söyler. Diğer bir yandan ise ahlak buyruğunun da rasyonelliğimize içkin doğal bir vasfımız olduğunu söylemişti. Kant insanın bu iki yönünün zaman zaman, hatta sıklıkla çelişebileceğinin farkındadır. Zira ödevlerimizi yerine getirmenin bir zorunluluk olduğunu bilsek bile bu sorumluluk bizi her zaman mutlu kılmaz. Kant net bir mutluluk tanımı vermese de mutluluğu istek ve ihtiyaçlarımızın karşılandığı genel bir tatmin durumu olarak niteler (G 4:418). Bilhassa ikinci Kritik’te Kant, ahlaklılıkla böyle bir tatmin durumu arasında zorunlu bir doğru orantı olmadığını anlatır. Dolayısıyla; ahlaklılığı, ahlakın bizzat kendisinden başka hiçbir şeyde temellendirmeyen özne, mutlu olmasını da bir prensip olarak ahlak alanına dahil edemez. Ahlaklı kişi erdemli ve adaletli olduğu oranda mutlu olmayı sadece ümit edebilir. Kısaca, mutluluğa layık olduğumuz oranda mutlu olmak sadece bir ümit nesnesidir, zira mutluluk ne ahlakın zorunlu bir getirisi ne de ödülüdür. Kant Tanrı kavramını aklın zorunlu bir postulatı olarak tam da bu noktada ahlak alanına dahil eder (KprV 5:126, 5:132, 5:134). Çünkü Kant’ın “en yüce iyi” (das höchste Gut) diye tanımladığı erdemlilik ve mutluluğun zorunlu biraradalığı, doğa ve ahlak yasalarının temelde bir uyum ve bütünlük içerisinde olmasını zorunlu kılar. Böyle bir uyum ise her iki yasanın aynı zemine dayanmasını gerektirir. Dolayısıyla Kant aklın bu beklentisini ve evrendeki genel amaçlılığı ancak bir Tanrı fikriyle açıklayabileceğimize inanır (Förster,1992).
Tanrı öncelikle bizim akıl, vicdan ve ahlak kabiliyetine sahip oluşumuzu mümkün kılan bir Tanrı’dır. Yani Tanrıyla kurulan ilk ilişki pratik sahada, ahlak ve vicdan sahasındadır. Kant klasik Tanrı ispatlarını eleştirirken Tanrı’nın niçin bir bilgi nesnesi olamayacağını “neyi bilebiliriz?” sorusunda izah etmişti. Tanrı’nın bir bilim ve ispat nesnesi olmayışının ahlaki gerekliliğinin de altını çizer. Zira ancak bu durumda inanç, bir hür irade konusudur. Şayet ispat konusu olsaydı, Tanrı ile kurulan ilişkinin ve ahlaklılığın; sadece ödül ve ceza üzerinden kurulacağını, bunun ise insan onuruna ters olduğunu söyler (KprV 5:147).
Kant “en yüce iyi” kavramını farklı biçimlerle ele alsa da Kritik felsefesi boyunca terk etmez. Kavramın kendisi ve onu gerçekleştirmek için zorunlu kabul ettiği Tanrı fikri Kant’ın din felsefesine dair tartışmaların merkezinde yer alır. Bu idealin ahlak felsefesinin bütünlüğü açısından gerekliliği ya da Tanrı’nın bu idealin gerçekleşmesinde oynadığı rol literatürdeki tartışmaların odağıdır. Kant ahlakın rasyonel bütünlüğünün, aklî bir Tanrı inancıyla mümkün olduğunu söylese de (KU 5:450), yer yer “ahlak argümanı” olarak betimlediği pratik sahada Tanrı’nın gerekliğine dair sürdüğü akıl yürütmenin hiçbir zaman teorik bir ispat olarak düşünülemeyeceğinin ve daima “öznel bir zorunlu çıkarım” olarak kalacağının altını çizer. Hatta birinci Kritik’te Tanrı’nın var olduğuna ahlaki olarak emin olmalıyız demektense, “ben” ahlaken emin oldum demeyi tercih etmemiz gerektiğini söyler (A829/B857). Bu anlayış üzerine inşa ettiği dindarlığın ana prensibi, ahlak buyruğunu “Tanrı buyruğuymuş gibi” (als gottliche Gebote) benimsemektir. Kant bu temayı tamamladığı son eserlerinden olan Ahlak Metafiziği (1797) ve Fakültelerin Çatışması (1798)’nda da işlemeyi sürdürür. Hatta Ahlak Metafiziği’nde böyle bir dindarlığı edinmenin kişinin kendisine karşı ahlaki bir ödevi olduğunu söyler (MS 6:443) Ancak yine aynı satırlarda, böyle bir dindarlık için Tanrı’nın gerçekten var olmasına, ya da bunun bilgisine sahip olmaya gerek olmadığını da söyleyerek bizi şaşırtmaya, kafamızı karıştırmaya devam eder.
Bu kısa yazıda amacım Kant felsefisinde Tanrı’nın yerinin ne olduğunu, ya da Kant felsefesi içerisinde Tanrı’ya tutarlı, tartışmasız bir yer kalıp kalmadığını yanıtlamak değil. Bu dar çerçevede cevaplanması çok da mümkün olmayan bu soruyu paranteze alıp, başlangıçta önümüze çıkan sorulara dönmek istiyorum. Diğer bir ifadeyle, Kant’ın felsefesinde Tanrı kavramının anlamı ve yerine dair yorum farklılarının çokluğunun olası sebeplerine tekrar bakalım istiyorum. Acaba bu Kant’ın bir başarısızlığından ya da tutarsızlığından mı kaynaklanmaktadır, yoksa bu durum tam da ilmek ilmek dokuduğu düşünce sisteminin doğal bir neticesi midir? Bir yandan önümüzdeki masayı bildiğimiz gibi bir kesinlikle asla bir Tanrının olup olmadığını bilemeyeceğimizi söylerken, öte yandan imanın ona kâni olan kişi için vicdanında matematiksel bir kesinlik kadar yanılmazlık taşıdığını söylemiştir (AK 28:1011). İspat edemediğimiz, ancak aklın zorunlu bir talebi olan bu inanç daima öznel bir muhasebe meselesi olacaktır. Bana kalırsa, Kant’a göre rasyonel imanın kuru bir “psikolojik teselli” den ibaret olmadığını ve ahlak tecrübesinde sadece “en yüce iyiyi” gerçekleştirmeyi vaat eden bir umut kapısından çok daha bütüncül bir rol oynadığını anlamak için bilhassa üçüncü Kritik’e bakmamız gerekir (Esser, 2016). Çünkü burada Kant, Kritik felsefesinin görece bir bütünlüğüne işaret eden güzel, yüce ve amaçlılık kavramlarıyla özgürlüğün doğayla uyum içerisinde ve tarih sahnesinde nasıl kendisini gerçekleştirebileceğine işaret eder. Ahlak tecrübesinde bizi acil olarak ilgilendiren mesele öte bir dünyada verilecek mutluluk vaadi değildir. Bizler “şimdi ve burada” özgürlüğün imkanına, ahlakın şeylerin örüntüsünün “organik” bir parçası olduğuna inanmaya ihtiyaç duyarız. Kendimize ve diğer ahlak öznelerine bu anlamlı ve amaçlı bütünün birer parçası olarak bakmak ahlak tecrübesini baştan aşağı yeniden kurar. Bu resimde Tanrı içimizdeki ahlak yasasının sesi ve üzerimizdeki ihtişamlı, yıldızlı göklerin sanatçısıdır.
Bana göre Kant’ın Aydınlanma ideali Tanrı’ya karşı bir itiraz değildir. Kant’ın itirazı bu dokunulmaz vicdan muhasebesinde araya girmeye çalışıp, Tanrı adına ahkam kesen din otoriterlerine, adaleti (yani ahlakın temel paradigmasını) ve erdemi hiçe sayan din tacirlerine karşıdır. Kant’ın iman üzerine inşa ettiği umudu sadece belirsiz bir gelecekte bize bahşedilecek olan “en yüce iyi”ye dair değildir. Bu umut öncelikle insana iman edebilmeyi içerir. Çünkü otonomi, yani “iyi, doğru ve güzeli” sadece öyle oldukları için ikame etme kabiliyetimiz içimizdeki Tanrısallıktır, ilahi olandır (Tilev, 2021). Bu yönüyle Aydınlanma düşünmeye cesaret etmek kadar, evrene, kendine ve insana derin ve gerçekten görmek isteyen bir bakışla yönelmeyi gerektirir. Uçsuz bucaksız Kant denizinde keşfimiz devam ettiği sürece hem Kant’ı anlamak hem de kendi Kant’ımızı bulup çıkarmak isterken hemfikir olmamaya devam edeceğiz belki de. Ama bizi bir arada tutan şey en yüce iyiye erişmede el ele vermemizi zorunlu kılan umudumuz olmaya devam edecek.
* Boğaziçi Üniversitesi, 2021-2022 Güz döneminde “Kant’s Philosophy of Religion” dersime katılan tüm öğrencilerime yürekten teşekkür ederim. Bu metinleri onlarla bir kere daha okuyup tartışmak büyük bir zenginlikti.
Kaynakça:
Kant Eserlerinin Kısaltmaları
G Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi
KdrV Saf Aklın Eleştirisi
KprV Pratik Aklın Eleştirisi
KU Yargı Gücünün Eleştirisi
MS Ahlak Metafiziği
Chignell, A. (2009). ‘As Kant has Shown . . . ‘Analytic Theology and the Critical Philosophy. Oliver D. Crisp and Michael C. Rea (Eds).Analytic Theology, New Essays in the Philosophy of Theology. Oxford University Press.
Esser, M.E. (2016). Applying the Concept of the Good: The Final End and the Highest Good in Kant’s Third Critique. T. Höwing (Ed.), The Highest Good in Kant’s Philosophy. (pp. 245- 263). De Gruyter.
Förster, E. (1992). “‘Was Darf Ich Hoffen?’ Zum Problem Der Vereinbarkeit von Theoretischer Und Praktischer Vernunft Bei Immanuel Kant.” Zeitschrift Für Philosophische Forschung, vol. 46, no. 2, Vittorio Klostermann GmbH, pp. 168–85.
Tilev, S. (2021). Two Conceptions of Kantian Autonomy. Himmelmann, Beatrix and Serck-Hanssen, Camilla (Eds). The Court of Reason: Proceedings of the 13th International Kant Congress. De Gruyter.