‘’ Wir denken selten bei dem Licht an Finsternis…’’ (…Bizler ışıkta, karanlığı nadiren düşünürüz…)

12 June 2021 / Comments Off on ‘’ Wir denken selten bei dem Licht an Finsternis…’’ (…Bizler ışıkta, karanlığı nadiren düşünürüz…)

English Blog

-Immanuel Kant[*]

*This article is written in Turkish.

Author: Eric Rose

Bir düşünürün, ortak düşünce biçimi içerisinden çıkarak bize yeni bir düşünce biçimi verdiği noktaları anlatmak, çoğu zaman düşünce kuramını anlatmaktan daha yalın ve etkilidir. Çünkü kaçınılmaz biçimde bir soruyu cevaplama biçimimiz, başka düşüncelerin zemininde ilerler ve bu etkiden kurtulmak hiç de kolay değildir.  Bu durum, bilim için de geçerlidir. Bilimin tarihsel ilerleyişinde reddedemediğimiz en temel görüş, bilimin kendi nesnesini tasarımladığı ve nesneyi ortaya koyarkenki süreçte düşünsel dönüşüme uğradığıdır. Bizler artık ne antik çağlar gibi bir tasarıma ‘’bilimsellik‘’ atfeder ne de onların ölçüsünde bilimsel bir ‘’gözlem’’ gerçekleştiririz. Ancak hala, antik çağda ortaya konan tek bir şey üzerine yorumda bulunuruz: ‘’Nesnenin doğası.’’

Immanuel Kant’ı anlatmanın en iyi yollarından biri bu serüvendeki önemli düşünce ayrım noktasını vurgulamak olduğunu düşünüyorum. Çünkü içerisinde bulunduğumuz bilimin, düşünce temellerini değiştiren ve onu tekrar kendi kritiğini yapmaya sevk eden bu zorunlu düşünce biçimini anlamak, Kant’ın içerisinde bulunduğu dönemin bilimini ve şu andaki bilimi anlamanın anahtarıdır.

Bilim etkinliğini araştırmaya başlayan bir okuyucunun, bu kavramdan başlıca çıkarttığı sonuç, aslında okuyucunun en büyük yanılgılarından birini de gizler. Bilim çoğu zaman, insanın kendi varlığının dışında olan objeler dünyasının ve bu objelerin ortaya koyduğu düzeni araştırma girişimi olarak anlamlandırılır. Bu nesneler, ilk başta zamana tabii gibidirler. Nesneler bozulur, değişir ve dönüşürler. Bununla birlikte aynı zamanda sabit ve bozulmayan bir hakikat bilgisi ortaya koymaktadırlar. Dikkatli bir okuyucunun yakaladığı bir sorun, aslında düşünce tarihinin de en büyük sorunudur. Hem değişen hem de sabit bir hakikat veren bu şeyler nasıl var olabilir? Hem değişim hem de mutlaklık aynı anda bir tasarım veya objede bulunabilir mi?

Kant’ın yapmaya çalıştığı kritiğin amacı, bilimsel düşünüşün temel zeminini bulmak olduğu gibi, bilim ile ortaya konan veya en azından konmaya çalışılan metafizik üzerine de konuşmaktır. Bu yüzden o daima bilimin de sınırında konuşur. Okuyucunun ilk başta anladığı doğanın nesneleri aracılığıyla, doğaya ilk neden atfeden bu okuyuş biçimi, ona dayalı olan zorunlu bir ontoloji teorisini de beraberinde getirir. Ancak nedenler ve onları ortaya koyan her kavram, kendi temelini şekillendiren bir ön koşula ihtiyaç duyar. Bu aslında Sokrates ve Sophoslar arasındaki en temel ayrımı da bize hatırlatır. Antik düşünce dünyasındaki en büyük tartışmalardan birisi olan hakikatin aktarımı sorunu, bir doğa nesnesinin hakikatini bilmeyi ve aktarmayı da barındırır. Ve ister bilim insanı, isterseniz bilim etkinliği üzerine düşünen bir kimse olun, bir şeyleri bildiğimizi ve aktarabildiğimizi savunmak zorundasınızdır. Ancak böyle bir bilim, bir bilgi verdiğini iddia edebilir.

18.yy’da David Hume’un doğayı anlama biçimimize ve araştırma olanaklarımıza yaptığı güçlü temel eleştiri, dönem biliminin düşünce kritiğine ihtiyaç duyduğumuzu hatırlattı. İşte tam burada, kavramı biçimlendirme şeklimiz olan bilgi araçları, yorumlamaları bakımından birbirinden ayrıştırılması tekrar gündeme geldi. Gerçekten de bilgi araçlarımızı kullanma biçimimiz bu kadar farklı iki metafizik temeli mi ortaya koymaktadır?

Burada gizli bir birliktelik belirir; düşünce tarihinin iki ucunda yer alan ve nesne üzerine konuşan Emprizm ve Rasyonalizm aynı temel üzerinde yükselirler. Ve bu yükselişi fark eden de Immanuel Kant olmuştur. Her iki görüşte nesne ve gerçekliğin doğası üzerine yola koyulurlar ve bu sorularla ilgili kendi postulatlarından hareketle diğer önermelerini çıkarımlarla üretirler. Nesne diye adlandırılan bir varlığın kendi başına ‘’mevcut olduğunu’’ söylemek ister tasarımsal isterse deneysel olsun, aynı anlamdadır. Ancak bu durum Immanuel Kant’a gelene kadar netlikle bir kritiğe uğramamıştır. Eski düşünüşte, objenin gerçekliği sağlam bir başlangıç olarak kabul edilerek, objektif olanın sübjektif formuna, yani bilgi ve tasarım formuna geçişini gösterir. Oysa bu geçiş hiç de kabul edilen kadar kolay olamaz. Bizler nesneler hakkındaki belli bir ilişkiye objektiflik yükleriz. Üstüne üstlük bu objektifliği ‘’varlığın özniteliği’’ sayarız. [1] 

Peki ama bilgiye uyan ve aynı zamanda onda ayrı olarak varlığa gelen bir objeden söz edildiğinde ne anlarız ki?   Kant’ın ilk itirazı “nesnelerin tümü” hakkında genel geçer ve zorunlu bilgiyi, sistematik bir doktrin içinde verme iddiasıdır. Eserinin “kategorilerin Transendental Dedüksiyonu” bölümünde bu sorunu temellendirir ve cevaplandırır. Kant’a göre, doğa yasalarının zorunluluk kaynağı insanın zihni ve kategorileridir. Objelerin düzeninin bize dayattığı bir düşünce biçimi değildir. Objeler asla oldukları gibi bilinemezler. Bu nedenle objelerin oluşturduğuna inandığımız ve objeler aracılığıyla yine kendini kanıtladığını iddia ettiğimiz bu mutlak uzayın varlığı da artık ne objelere ne de geometrik kurguların dayandığı yasaları meydana getirmemizi sağlarlar.

 Aslında bilimin önermelerinin oldukça belirgin sonuçlar içerdiğine dair güçlü bir önyargımız bulunur. Bilimin önermeleri daima bir konum ve zamanda gerçekleşen olgularla bağlantılı olayları açıklar gibi görünür.

’21 Ağustos 2017’de ABD’nin Stayton konumunda saat 10:17’de tam güneş tutulması oldu.

 Ancak doğrudan gözlemlediğimizi iddia ettiğimiz bu gözlemimizde, mantıksal bir problem bulunur. ‘İndüksiyon Problemi‘ olarak bilinen bu problem göre,  bir gözlem her zaman gözleme açık olsa bile, sonucun böyle gözlemleneceğine dair bir kesinlik barındıramaz.

 Bu örneğe ek olarak bilim, sonuçları mutlak olarak verilen ve doğrudan gözlemlenemeyecek olaylar hakkında da önermelerde bulunur. [2]  

‘Yaklaşık 13.78 milyon yıl önce evrenimiz Big Bang olarak adlandırılan uzamsal genişleme ile başladı.‘       

Bu noktadan sonra duyularımızın üstüne çıkan ancak yine de onlara kaçınılmaz biçimde bağlı olması gereken bir düşünüş biçimine ihtiyaç duyarız.

Bir bilimsel nesneye dair kavram nasıl belirlenmekte ve deney denilen etkinlik nasıl gerçekleşmektedir? Kant, bu sorulara cevap bulabilmek adına kendi postulatlarını inşa etti..

Kant, deney üzerine görüşlerini ‚Tüm Sentetik Yargıların En Üst İlkesi Üzerine‘ başlığında özetler. Deney, kavramlara dayanılarak oluşturulmuş olan bir senteze dayanır. Kavram olmadan bilgi meydana gelemez. Ve bir şeyi bilme iddiasına zorunlu olarak tabii olan bilim insanları da, zorunlu olarak deney öncesinde belirli kavramlara sahip olmak zorundadırlar. Böylece deneysel veri üzerine bir bilgi edindiklerini iddia edebilirler. Bu da şunu gösterir; deney, kendi formunun dayandığı ilkeleri, yani fenomenlerin sentezindeki temel kurallarını, a priori olarak temellendirmektedir. Kuralların objektif geçerliliği, zorunlu koşullar olarak her zaman deneyin içinde hatta onun imkanlarında gösterilebilir. Öyle ki bu bağlantı dışında sentetik a priori asla mümkün değildir. Sentetik yargılar, genel olarak deney imkanlarının koşulları, aynı zamanda deney objesinin imkanlarının sınırlarını da içerir. Bu düşünce birlikteliği, zamana ait olmaklıkla mutlak biçimde bağlantılıdır. Bu bakımdan, Immanuel Kant özellikle orta çağ içerisinde gelişen bilimsel görüşten farklı olan çok önemli bir noktayı hatırlatır. Bilim ve düşünce zamanın ontik sınırları içerisinde gerçekleşebilir. Bu nedenle onun dışında bir nesneler dünyası veya nesnelerle kurulu olan bir önceden belirli nesneler dünyası var olamamaktadır. İnsanın içerisinde bulunduğu zaman, deneyin objesini ve bizim düşünce imkanımızı ortaya çıkarmaktadır. Kant’ın bize bahşettiği en önemli noktalardan biri de burasıdır.

Immanuel Kant’ın düşünce zemini bize hakikate dair konuştuğumuzu söylediğimiz her dilsel önerme ve hakikate doğru yol aldığını iddia ettiğimiz her eylemimiz mükemmellik aramanın büyük sorununu dile getirmektedir. Mükemmelliğe bağlı olan Bilim, Kant ile birlikte geride bırakılmış ve kendi kendini tamamlayıcı ve önceden açık ve seçik şekilde bilinebilirliği olmayan nesnelerle kurgulanan yeni bir bilim metafiziği, ortaya çıkmıştır.  Ayrıca bu bilim, içinde bulunduğumuz sözde Modern Bilim’in  temelinde yer almaya devam etmektedir.


[1] Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretileri, çev: Doğan Özlem, İnkılap yay. S.185.

[2] Paul Hoyningen-Huene, Sagt die Physik die Wahrheit?, İnformation Philosophie Zeits. 01/2021.


[*] Erdmann (Hg.), Reflexionen Kants zur Anthropologie. Aus Kants handschriftlichen Aufzeichnungen (=Reflexionen Kants zur kritischen Philosophie, Band 1), hg. von Benno Erdmann, 1882.